MAKİNALAŞMAK İSTEMİYORUM


-Ayşe Hanım, merhaba.

-Merhaba, sıra numarası alır mısınız lütfen.

Bir bankada müdür yardımcısı olan Ayşe Hanım bunu söylerken arkasındaki numaratörü gösteriyordu. Anlaşıldığı   kadarıyla artık Ayşe Hanımın bir çayını içmek mümkün değildi artık.

Oysa Ayşe Hanım araç kredisi alırken tanıştığımız, işini çok iyi yapan, zeki, esprili bir bankacıydı. İşlerimizi kolaylaştırdığı yetmediği gibi bize zorla imzalattığı formlarla kredi kartı bile vermişti. Taksit yatırmaya gittiğimde de çay içmeden bırakmazdı. Onun bu güler yüzü sayesinde etrafımdaki bir çok insan da daha önce kapısından içeri girmedikleri bu bankadan almışlardı kredilerini.

Bunu ilkellik, hatır gönül ile iş yapmak, gelişmemişlik olarak değerlendirenler olabilir. Oysa bilim tarifini yapmış bunun. Fiyat yapışkanlığı, faiz yapışkanlığı demiş. Fiyatlar veya faiz değiştiğinde öyle şekildeki gibi dümdüz değişmiyor insan davranışı. Belli oranda tolore ediyor insan Ayşe Hanımlar sayesinde. Bir fincan kahvenin hatırı var ne de olsa.

Evet, her şeyin hızla değiştiği erozyona uğradığı bir çağda yaşıyoruz. Şimdi, numaratör var. Sıra numarası alıyorsun, makina hangi gişeye yönlendirirse o kişiye gidiyorsunuz. Amaç hızlı hizmet, adil sıra takibi. 

Gişelerde numaratörü hoş görüyorduk hatta hoşumuza da gidiyordu. Artık müdür yardımcıları (bu unvan da kalmadı sanıyorum) da sıra numarasına göre görüşüyor müşterilerle. Zaten kendilerine ayrılmış bölmede sadece bir sandalye var. Öyle bir kaç kişi giderek çay içip muhabbet etmek yok. Sıra kimdeyse ona gideceksiniz varsa eğer onun çayını içeceksiniz.

Şairin makinalaşmak istiyorum dediği bu olmasa gerek. İnsanlığın öldüğü, insanların birer sıra numarasına dönüştüğü bir düzeni kastettiğini sanmıyorum. 

MERAKLISINA:

Makinalaşmak İstiyorum

trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!

beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri!

trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum!

mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!

trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!
nazım hikmet, 1923

ANNEYE GÖRÜCÜ GELİRSE


Ömrümün otuz altı yılını o anı bekleyerek geçirdim neredeyse. Çok heyecan vericiydi. Salisenin, saniyenin, dakikanın, saatin, günün, ayın, yılın, on yılın, yüz yılın ve bin yılın bitişine ve yenilerinin başlangıcına  tanıklık etmek. Evet, oldu sonunda hatta üzerinden bir on yıl bile geçti.

Bekleyişimin sona ermesinden mi, yaşın ilerlemesinden mi bilinmez çok hızlı geçiyor zaman. Çok hızlı değişiyor insan. Eskiden yazanların işi de zor muydu bu kadar? Anlatacağın şeyle birlikte o an geçerli olan şeyleri de sıralama zorunluluğu da var mıydı bu kadar? Yoksa nasıl anlatılabilir bunlar. 

Evet, geçen bin yılda, geçen yüzyılda geçse de anlatacaklarımız topu topu yirmi yıl öncesi. Bu kadar mı değişir her şey ve bu kadar mı anlamını yitirir zamanla birlikte değerler ve alışkanlıklar.

Yanlış anlaşılmasın; karşı değilim değişime. Yanlış da ısrara, kötünün devamına taraftar değilim. Sadece çok hızlı bir değişim var. Uyum sorunu yarattı belki de bende.

Efendim, yaklaşık yirmi yıl öncesi. Tek kanallı günler. O nedenle şimdiki gibi evlenme programları da yok, sanki yaşlı kavramı bile daha değişik. Ellisinden sonra aşık olmak, evlenmek hele hele cümle alemin önünde dillendirmek ayıp. Sınır kırkta çizilmiş. Sonrasını teneşir paklar diye bir söz bile var.

Boşanan, eşini kaybeden erkeğin evlenmesi hoş karşılanıp desteklenirken bakacak kimsesi olan ve kimseye muhtaç olmayan kadının evlenmesi büyük tepki topluyor. En başta çocukları ve yakın çevresi tarafından. Özellikle de erkek çocuk annesine bakabiliyorsa evinde baş köşeye de oturtabilmişse annesini, daha ne olsun ki? Evlenmek kimi kimsesi olmayan kadınlara mahsus bir şey. O da muhtaç olduğu için. Yoksa onun duyguları, aşık olması, birini sevmesi ve beğenmesinden değil hoşgörü. Bir nevi muhtaçlık ilişkisi, zorunluluktan.

Şimdi, böyle bir atmosferde eşini kaybetmiş bir adamla bir kadın tanıştırılıyor. Birbirlerini de beğeniyorlar ve evlenmeye karar veriyorlar. Kadın oğluyla kalıyor. Onun izni olmadan evlenemeyeceğini söylüyor ve oğluna da bu işe razı olduğunun söylenmemesini rica ediyor.

Ne yapsınlar, kadını oğlundan istemeye karar veriyorlar. Her kız istemede genelde heyete bir hatırlı kişi mutlaka alınır ve isteme işi de ona düşer. Bu kimi zaman bir eşraf kimi zaman da öğretmen, imam veya artık kimse hatırlı kişi o heyete dahil olur. Olayı anlatan da hatırlı bir kişi. Rica ediyorlar, kadını oğlundan isteyelim.

Heyet bir akşam vakti ziyarete gidiyor. Önceden haber verilmiyor, ziyaretin nedeni de söylenmiyor. Evinde uzaktan tanıdığı bir amca ile hatırlı kişiyi gören adam biraz şaşırsa da saygıda kusur etmiyor. İyi bir şekilde ağırlıyor onları. 

Sonunda söz dönüp dolaşıp konuya geliyor. Hatırlı kişi:

-Allahın emri peygamberin kavliyle annenizi Haşim Amcamıza istiyoruz.

Bu teklifi annesinin muhtaç olduğu o nedenle istendiğine yoran, annesinin de bu işe razı olduğundan habersiz olan oğul patlıyor:

-Ne diyorsunuz siz, ben annemi getirdim evimin baş köşesine oturttum. Bir eli yağda bir eli balda. Onun kimseye ihtiyacı yok. Kocaya da. Şimdi defolun gidin evimden!

Evet, yeni bin yılda çok şey değişti, hızlı değişti. Annesine gelen görücüyü evinden kovan oğul şimdi evlenme programlarını seyrederken ne düşünüyor acaba? Yoksa kendisi de birine talipli olarak ekrana çıkmayı mı bekliyor şu sıralar, kim bilir?

KIYAFET KAZASI

Giyenler için sıkıcı olsa da giymeyenler için büyük kolaylıktır tek tip kıyafet. Başınıza bir olay gelse herkese kimlik sormanıza gerek kalmadan kıyafetinden tanıdığınız bir polisten yardım istersiniz. Seyyar satıcıysanız eğer, epey bir mesafeden kıyafetinden tanıdığınız zabıtadan kaçma şansınız olur.

Tek tip kıyafet genelde hizmet alacak olanların hizmeti verenleri tanımasına, onlara ulaşmasına olanak verir. Hatta biraz dikkatli bakınca onların rütbelerini, hangi işi yaptıklarını bile anlayabilirsiniz. Asker, polis, zabıta, hemşire, garson vs.

Hizmet alacak olanların hizmeti verenlerin kıyafetini giymeleri ile bazı kötü sonuçlarla karşılaşılsa da bazen de bilmeden benzer kıyafet giyenler hizmet talepleriyle de karşı karşıya kalırlar.

Sarı renk bir araba alan arkadaşım sürekli taksi yerine konmaktan şikayet ediyordu. Yolda durdurmaya çalışıyormuş vatandaş tepede taksi levhası olmasa da. 

Beyaz takım elbise giyen bir arkadaşa da sürekli çay söyleniyordu her gün gittiğimiz öğrenci kahvesinde.

Bir gün de benim başıma geldi:

-Bakar mısınız, bir şişe daha şarap istiyoruz.

-Ben size yardımcı olamayacağım.

Kibarca  da olsa isteğimin reddedilmesi hiç de hoş değildi. Ölçüyü kaçırdığımı sanmıyordum ve misafirlerimin yanında rezil olmak da istemiyordum. Tam yerimden kalkıp hesabını soracakken siparişi verdiğim yelekli gömlekli ve papyonlu adam yandaki masaya oturdu. 

Garsonlar masaya müşterinin yanına oturmayacaklarına göre adam garson kılığında bir müşteriydi anlaşılan.

KIRMIZI HALIDA YÜRÜMEK


İnsanın doğayla savaşı devam etmekte. Belki insanoğlunun varlığından beri. Bütün canlılar da insan gibi varolma savaşında. Fakat hiç biri insan gibi hırslı değil. İnsana yaşama tutunmak, yaşamını devam ettirebilmek yetmiyor. Bitmek bilmez hırsı ve günden güne artan kibri ile saldırır doğaya. Doğa da arada hatırlatır kendini. Kendini yendiğini sanan insana iyi bir yanıt verir. Ona ne kadar aciz, şu dünyada ne kadar küçük olduğunu hatırlatır. Bu sadece deprem, sel, çığ gibi olaylarla değil yaşamın içindeki basit tekziplerle de gösterir kendini.

Yıllar önce bir yerde görevliyim. Akşam oturmuş televizyon seyrediyorum. Bir eleman ziyaretime geldi. Şimdi, dışarıda akşam olur herkes evine gider. Uzatır ayaklarını keyfine bakar. Sen ona gitmezsin. Zaten gündüz yeterince iş ortamı iş sohbeti sıkar insanı. 

Evet, sen de akşam olmuş kaldığın yere gitmişsin. Ayaklarını uzatacaksın, televizyon seyredeceksin,  kitap okuyacaksın. Kısacası yalnız kalmak, mümkünse de işi hatırlamak konuşmak da istemiyorsun. Sen evinde durana çat kapı gitmezsin ama o sana gelir. Evine misafir gelen, canı sıkılan ve hatta misafirini bile yanına alan gelir yanına.  

Gayet kibar, efendi, iyi niyetli (ona şüphe yok) bir merhaba, oturur. Böyle gelene de niye geldin denmez doğal olarak başlar muhabbet. O gün yine öyle başladı. Laf döndü dolandı (onun lafı, ben dinleyiciyim) icraatların sıralanmasına geldi. Yani iş ortamı olunca konu da mecburen oraya geliyor. (sadece bir defa tam bir hafta bir elemanın kaynana yakınmasını dinlemiştim)

Konu fareyle mücadele. Yoğun bir mücadele yapılmış. Her yöntem denenmiş. Bir yöntemi ise ilk orada duydum. Coşkuyla anlatıyordu eleman:

-Burada balina yağından yapılmış ilaç kullandık. Fareler çok severmiş balina yağını. Yedikten sonra da bulmamıza gerek kalmıyor, kendi kendine imha oluyor, buharlaşıyor. Çok şükür bir tane bile kalmadı.

Tam bu sırada gözüm kırmızı halının üzerindekine takıldı, gösterdim elemana:

-Şuraya bakın!

Hep derim ki bu dünyada çok ilginç, çok az insana nasip olacak şeyler gördüm ben. Evet, bu da onlardan biriydi. Şu dünyada kırmızı halıda yürüyen devlet büyüğü, devlet küçüğü, vatandaş görülmüştür de kırmızı halıda yürüyen fareyi kaç kişi görmüştür ki. 

Fare de ne fare yani. Sınıflandırmasını bilmiyorum ama öyle fındık faresi falan değil. Koskocaman bir şeydi. Şimdi, hep dikkat etmişimdir. Kırmızı halı insanın yürüyüşünü değiştirir. Nereye serilmiş olursa olsun. Adam normal yürür, kırmızı halıya gelince değişir yürüyüşü. Adeta bir bando eşlik etmektedir kendine ve tören kıtası da sağdadır. Cüsseli insan yürüyüşü de ezelden öyledir. Vücut dik, bakışlar karşıya bakar ve adımlar da sert. 

İnanın abartmıyorum; bu fare iri cüssesiyle merdivenlerden oturduğumuz salona kadar serili kırmızı halıda yürürken tam bir devlet büyüğü edasındaydı. Bize tören kıtasıymışız gibi şöyle bir baktı ve mutfağa girdi. Yani, insan bir selam bari verir. Mevkimizi saymıyorsun misafirliğimize hörmet et, bir "hoş geldin" de görgüsüz fare.

Eleman baktı ki saatlerdir anlattığı icraatları kırmızı halının üzerinde tekzip ediliyor hemen ayağa fırladı. Ya balina yağı bozuktu ya da başka bir yağı kakalamışlardı. 

Koştuk mutfağa, ki biz ona hoş geldin diyelim. Ne yaptıysak bulamadık. Çağırdığımız elemanlar da uzun uzun aradılar ama bulamadılar. 

Yattık çaresiz ama uyumak ne mümkün. Bilgi insana en zararlı şeymiş o gün anladım. Efendim, farelerin bir salgıları varmış. Yiyeceği yere önce salgısını püskürtür uyuştururmuş sonra da afiyetle yermiş. Yediğinin ruhu bile duymazmış. Sabah bir kalkıyorsun ki burun ve kulaklar yok.(Oraları çok severmiş) 

Bir ara sızmışım ama yorgun bir gece geçirdim. Sonrası mı? Tabi ki Erkan kaçar!

GİDİŞAT NEREYE HEMŞERİM?


Bir zamanlar bir gürültü kopmuştu Amerika'da. Gürültüsü buralara kadar da gelmişti. Efendim, bir küçük çocuk gizlice tekneyle annesi ile birlikte Amerika'ya gelirken tekne alabora olmuş, anne ölmüş çocuk kurtulmuştu. Geçici olarak da Amerika'da bulunan teyzesinin yanında kalmaktaydı.

Küçük yavrunun "özgürlüğe kaçarken" başına gelenler, Küba'dan neden kaçtıkları uzun uzun işlenmekteydi televizyonlarda gazetelerde. Çocuk şimdi ne olacaktı? Açlığın zulmün hüküm sürdüğü Küba'ya babasına mı gönderilecekti yoksa özgür dünyada teyzesinin yanında mı kalacaktı?

Aslında basit bir olay, bu düşüncelerle basit olmaktan çıkarılıp bir sistemler analizine dönüştürülmüştü. Nitekim ülkemizde de boşanmış ailenin iki kızını yabancı annelerine vermemek için milliyetçi unsurların mahkeme kapılarında zavallı anneyi kovaladıkları görülmüştü.

Oysa olay basit. Çocuğun annesi öldüğüne göre babasına iade edilmesi gerekiyordu. Mahkeme de öyle karar vermişti zaten. Fakat teyze direniyordu. Medya ordusu evi kuşatmış, çocuğun özgür dünyadan götürülmesine karşı kampanya yürütüyordu.

Sonunda haberlerde seyrettim. Özel kıyafetli, maskeli siyahlara bürünmüş özel silahlı birlikler evi kuşattı ve çocuğu götürdüler. Sonuçta çocuk babasına kavuştu.

Hep merak etmiştim; alt tarafı bir çocuk alınacak bir evden. Evde kararlı bir teyze,  evin etrafında da sesi çok çıkan ama silahsız bir kalabalık varken ne gerek vardı böyle maskeli, siyah elbiseli özel birimlerle evi basmaya?

Sonraları okuduğum kişisel gelişim kitapları ve diğer toplum mühendisliğine ilişkin kitaplarda buldum yanıtını. Evet, çocuk özgür dünyada daha iyi yaşayabilirdi. Teyzesi de ona çok iyi bakardı. Bunlar gerçekti. Fakat bütün bunlardan çok daha önemli bir gerçek vardı ki, çocuğun babasına iadesine ilişkin bir mahkeme kararı vardı ve ne pahasına olursa olsun bu karar uygulanacaktı.  Uygulanması için gerekirse devletin en seçkin birimleri seferber edilebilirdi. Kısacası hukukun üstünlüğü her şeyin üzerindeydi ve bu vatandaşın aklına yerleştirilmeliydi.

Peki, dünyada devlet geleneği en eski bir ulus olmamıza ve şu an dünyanın hakimi gösterilen,  ömrü bizim kurduğumuz son iki  devletin ömrüne yetişmeyen bir devletin bizden öğrendiklerini bizden iyi uygulamasına ne demeli?

Kargo uçaklarıyla makam arabalarını önden göndermeler, kalabalık konvoylar falan biraz tarih okumuş insanlar için sürpriz değildir ve nedeni de bellidir.

Peki, bir devlet yurttaşına güven aşılamaya, hukukun her şeyden üstün olduğunu anlatmaya çalışırken daha eski devlet geleneği olan uluslar ne alemde? 

Acınacak halde demek lazım. Tarihinden habersiz, bütün iyiliklerin kaynağını başkasında sanan, dilini yok etmeye çalışan kimliksiz bir gençlik. 

Başkaları iki kitap dağıttı diye dini elden gidecek korkusuyla cinayet işlenen bir ülke. 

Başbakana dilekçe vermeye çalışan iki türbanlı kızı engellemeye çalışan otuz polis.

Aranan biriyle kaza geçiren bir emniyet müdürü ile milletvekili.

Gazeteci katili ile fotoğraf çekilmek için sıraya girmiş polis ve askerler.

Suç işlemiş masum çocuklar için yasa çıkaran bir meclis.

Yasadan yararlanmış çocukların emniyet müdürü bıçakladığı mitingler.

Emniyet Müdürü bıçaklayan yasadan yararlanmış çocuklarla ilgili ağzını açmayan ancak bir gazeteci katili de yararlanınca feryadı koparan bir medya.

Toplumun ihtiyaçlarına göre çıkarılmış ve yıllarca uygulanacak yasalar yerine iki ayda yanlışlığı ortaya çıkan yasaları hazırlayan ileri görüşlü(!)  yöneticiler.

Evet, örnekleri çoğaltmak mümkün. Bir tarafta olduğundan fazla gösterişle vatandaşlarına güven aşılamaya çalışan bir devlet, diğerinde kendi ve toplumunun hafızasını silerek kendine güvenini yok etmeye çalışan bir devlet.

Gidişat nereye hemşerim?

BAYRAM GİBİ BAYRAM





Çocukken ya da gençlikte her şey yeni, her şey heyecanlı ve cazip. Dört gözle beklersin yılbaşını, bayramları. Sonra büyüdükçe azalır cazibe. Büyüyünce bayram harçlığı verilmez örneğin. Kutlanan şey arttıkça yeni olma, heyecan yaratma özelliğini de cazibesini de kaybeder.


Ulusal bayramlar ise çocukken de cazip değildir. O zamanlar da sıkıcıdır. Hele taşrada her bayramda törene katılma zorunluluğu vardır. Yılda bir kaç defa  düzenli yürüyüş provaları, okul bandosunun çaldığı beşi geçmeyen müzikler, biraz folklor belki az da on dokuz mayıstaki yine zorunlu hareketler. 

Bitmek bilmeyen provalar, aynı konuşmalar, radyoda televizyonda aynı haber metinleri, aynı demeçler. Çelenk koyma, saygı duruşu, günün anlam  ve önemini belirten konuşmalar, şiirlerin okunması, folklor gösterisi, fener alayı...

Son yıllarda tek yenilik televizyonların bir köşesinde yayınlanan bayrak ve Atatürk resimleri. Kırk yıldır aynı. Aklımda kalan bir ellinci yıl kutlaması vardır biraz. Kendi marşı vardı ve uzun süre ezberletmeye çalışmışlardı bize. Bir de geçit resminde geçenler biraz fazlaydı. Yetmiş beşinci yılda ise marş da bulunamamış onuncu yıl marşını modernize etmişlerdi.

Son bir kaç yıldır İstanbul Boğazındaki havai fişek gösterisini saymazsak, bayramlar televizyonda küçük bayrakların gösterildiği, birbirinin aynı resmi geçitlerin yayınlandığı günler oldu. Mahallindeki kutlamalar ise artık sadece çocuğunu görmeye giden velilerle bazı meraklıların gittiği törenler haline geldi. 

Hep demişimdir; bir tane kutlayalım onu da adam gibi kutlayalım. Bu fikrim fakültede yaz tatilinde bir turistik otelde on dört temmuzu kutlayan Fransızları görünce oluştu. Yanlış anlaşılmasın ve haddimi aşmış olmak da istemem. Ayağı dışarıya çıkmamış biri olarak Paris'te on dört temmuzda bulunmuş olanlar beni affetsin ama inanın gördüklerim bana yetti.

Bir defa dillerini anlamasak da konuşmasak da hepimiz anladık ki, o gün onların bayramı ve de çok mutlular. O gece özel menü hazırlandı. Her zamankinden daha fazla şarap verildi.(Her öğün yarım şişe verilirdi) Hep birlikte gece yarısına kadar da eğlendiler. Dikkatimi çeken masalarındaki küçük bayraklar, rehberlerin onlar için hazırlamış oldukları süslemeler ve kokteyl. 

Aklımdan çıkmayan ve asla unutamayacağım şey ise bunların hiç biri değil. O zamanlar FM Radyo, İnternet, uydu   anten yok. Akşam yemeğinde en şık kıyafetleri ile masaya oturmuş olan Fransızlar,  rehberlerinin kısa dalgadan bulduğu bir kanaldan sanıyorum cumhurbaşkanı ya da başbakanlarının bayram konuşmalarını büyük bir dikkatle dinledikten sonra yemeklerini yediler. Beni şoke eden buydu.

Düşündüm de bizim de tatile dışarıya giden yurttaşlarımız eminim dinleyebilmişlerse onuncu yıl marşını, bir küçük bayrak sallayarak marşa eşlik etmişlerdir. Ama asla kısa dalga bir radyodan devlet büyüğümüzün bayram kutlamasını dinlememişlerdir. Zira devlet büyüklerimizin konuşmasını dinlemeseler de ne diyeceğini hemen hemen bilirler.

Evet, imrendiğim ve gıpta ettiğim:

-Bayram mesajı bütün ulusca beklenen bir başbakan ya da cumhurbaşkanı,

-Belki her gün konuşmadığı için konuşması dikkatle ve sessizce dinlenen bir devlet büyüğü,

-Ülkesinden binlerce kilometre uzakta, kısa dalga radyonun cızırtısına rağmen devlet büyüklerini dikkatle dinleyen bir millet.

Ne diyelim darısı başımıza. Cumhuriyet Bayramımız Kutlu olsun.

BİR KADINLA KAVGA ETMEK


Işıkların yanmasıyla uyandık. Klasik anons da başladı. Otobüsümüz mola vermişti. Uykulu yüzler otobüsü terketmeye hazırlanırken klasik bir ses:

-Hanım Efendi, koltuğunuzu biraz kaldırabilir misiniz, çıkamıyorum.

Ses ve istek klasikti fakat yanıt korkunçtu:

-Kaldırmıyorum ulan, bütün yol boyunca arkadan rahatsız ettin zaten beni!

-Bırak şekerim uyma sen bunun gibi sapıklara.

Eh, bu olağanüstü konuşma üzerine bütün otobüs yolcularının bakışı o tarafa yöneldi. Otobüsün orta kapısının hemen yanındaki koltukta oturan iki kadını net olarak görebildik. Önündeki yatık koltuğa rağmen oturduğu yerden çıkmaya çalışan biraz iri ama tam bir beyefendi adamı da.

Bütün konuşma bu kadar sürdü. Kavga bile denemez. Otobüsteki hiç kimse olaya müdahil  olmadı, yorum  bile yapmadı. Otobüsün görevlileri de ne müdahale ettiler ne de polis çağırdılar. 

Bunun nedeni, adamın kadınlara yanıt vermemesinden dolayı tacizci olduğunu kabul etmesi, kadınların da adamı bütün otobüse teşhir ederek verdikleri cezanın yeterli olduğunu düşünmeleri değildi.

Olayın tanıklarıyla bir değerlendirme yapmamış olmamakla birlikte, herkesin tam tersini düşünmüş olmasıydı bence. Kadınların taciz iddiası ile yolculuğun kalan kısmını kendi rahatlarını bozmadan tamamlama istekleri ile koltuğunu biraz kaldırmasını isteyen adamı bir daha bunu isteyemeyecek hale getirdikleri.

Birincisi, otobüs metrekareye dört kişinin düştüğü bir yerdi. Adam bir şey dese veya yapsa mutlaka duyulur, görülürdü. 

İkincisi, tacize uğrayan kadınların genelinin olayı gizlemeye çalıştıkları doğruydu. Fakat otobüsteki kadınlar bağırarak olayı gizlemeye  çalışmadıklarına göre molaya kadar neden sessiz kaldıkları açıklanmaya muhtaçtı.

Üçüncüsü, taciz genelde iki kişi arasında gerçekleşen bir eylem. Yapanın da yapılanın da aksini ispat şansı yoktur. Otobüsteki adamın sessiz kalması en uygun davranış oldu. Bütün otobüs kendisine bakmasına karşın yanıt vermeyerek olayın büyümesini önledi ve en makul olanı yaptı. Kimse de aksini düşünmedi sessiz kaldığı için.

Sonuç çok adil olmasa da, yapanın yanına kar kalsa da aslında bir şeyi öğretti bana. Öyle suçlar vardır ki, adam olan için beraati bile yetmez, aklamaz insanı. Eğer bir kadın kavgada yenilmemeyi göze almışsa asla onu yenemezsiniz. O nedenle bir kadınla kavga etmek durumunda kalırsanız, mutlaka yenmem gerekir diye düşünmeyin. Zamanında kavgadan çekilmesini bilin.

ÇOCUKTA ÖZGÜVEN

Yıllar önce İzmir-Fethiye otobüsündeyim. Yan tarafta bir kadın boş bulunan koltuğa çocuğunu yatırdı daha sonra da öndeki koltuğa geçti.Koltuğu yatırdı ve uyuma düzenine geçti. Biz hayretler içinde olayı izlerken otobüsün muavini kadını uyardı:

-Hanımefendi çocuğu kucağınıza alsanız. Şoför acil frene basarsa çocuk düşer.

-Bir şey olmaz, uykum var benim, rahatsız etmeyin.

Anlaşıldı ki kadın beyinsel özürlü, biri kadını hamile bırakmış. Kadın doğurmuş bebeğini yaklaşık bir yaşına da getirmiş ve yollarda. Kadının elinde en lüks bebek bezi var fakat bebeğin üstü başı perişan. Etraftakiler ne verdiyse onunla bakıyor çocuğuna.

Diyeceksiniz mutlaka bir şey olmuştur. Hayır olmamış. Bir kaç ay sonra Kütahya'da bir polis minibüsünün yanında gördüm kadını. Kucağında bebeği elinde bebek bezi. Bir çantaları bile yoktu. Hayretle baktığımı gören polis sordu:

-Tanıyor musunuz?

-Tanımıyorum da bu kadını bir kaç ay önce Fethiye otobüsünde görmüştüm.

***
Yine bir otobüste arka beşlideyiz. Ama beş kişiden fazlayız. Bir dede, kızı veya gelini ve üç-dört de çocuk. Kimi kucaklarında kimi de arada dolaşıyor. Kesin olan bir şey var ki bilet iki kişilik alınmış. Arka beşli de üç kişi daha varız çünkü. Yedi sekiz yaşlarındaki çocuk:

-Susadım su istiyorum.

Bir tokat:

-Sus, sırası mı şimdi.

Bir saat sonra:

-Dede susadım.

Bir tokat daha:

-Sus, arabadan atarlar şimdi.

Yarım saat sonra:

-Anne su istiyorum.

Bir tokat da anneden:

-Sus amca arabadan atar bizi.

-Susadım ya, su istiyorum.

Yolculuk beş saat sürdü. Çocuk sürekli su istedi. Her  istediğinde bir tokat yedi. Çocuk su isterken muavin denk gelmedi.Gelse verirdi belki. Dede ve anne su istedikleri takdirde belki bilet parası isterler korkusundan belki de su içme hakkı olmadığına inandıklarından kendileri de su içmediler isteyen çocuğa da içirmediler ve her istediğinde dövdüler çocuğu.

***
Giresun'da bir lokantadayım. Yan tarafa bir aile geldi. Baba küçük iki çocuğu salıncaklara götürdü. Anne ve on yaşlarındaki oğlu masaya oturdu. Çocuk menüyü eline aldı ve tepesindeki garsonu sorguya aldı:

-Kıymayı iki defa çekiyorsunuz değil mi? Lütfen ekmekler kızartılsın. Ben geçen sefer kebap yemiştim bugün tandır düşünüyorum. Siz ne tavsiye edersiniz?

Evet, özürlü bir anne tarafından büyütülmüş bir çocuk, en doğal su isteği tokatla karşılanan bir çocuk ve de garsonu sorguya alan bir çocuk. Bunlar hemen hemen aynı yaşlarda olmalı. Daha yüzlerce değişik örneği var. Benim merak ettiğim bir araştırma yapıldı mı acaba? Bu çocuklardan hangi oranda var etrafımızda? Nasıl bir toplumda yaşıyoruz biz?

ŞOFÖRLÜK BABADAN ÖĞRENİLMEZ!


-Sınavı geçtiniz tebrikler. Fakat hemen trafiğe çıkmayın lütfen!

Evet, bu da bir Türkiye gerçeği. Yasal olarak araba kullanmaya hak kazandığınız ehliyeti veriyorlar ancak araba kullanmanızı tavsiye etmiyorlar. Nedeni, onlar da biliyorlar ki, bu eğitim araba kullanmak için yeterli değil. Ama bütün kabahat ehliyeti veren kurs yönetiminin değil. Bu sözler söylenirken arabada devletin görevlisi de var. O da katılıyor ki söylenene, itiraz etmiyor.

Evet, ben de aldığım ehliyetin sadece sınavın yapıldığı köy yolunda araba kullanmama yeteceğini ancak başka yerde yeterli olmadığını biliyorum. Nitekim direksiyon hocam da söyledi. Fakat pratik yapmaya iznimiz olmadı. 

Hocam, Bulgaristan'dan yeni gelmiş bir göçmen. Direksiyon eğitiminin yetersiz olduğunu görünce benden önceki öğrencileri şehir içi trafiğine sokmuş. Yakalayan trafik polisi, bir daha sürücü adayları ile şehir içinde görürse ceza yazacağını söyleyince vazgeçmiş. İsyan ediyordu:

-Burası ne biçim memleket? Bu kadar eğitimle ehliyet mi verilir, şehir içinde pratik yapılmayan trafik eğitimi mi olur?

Ben yine de iyi eğitim almıştım. Kursta zorunlu yirmi saati doldurmuştum. Diğer adayların durumu daha vahimdi. Uyanık direksiyon hocaları köye kadar araba kullandırdıkları adayları övüyor kahvede birlikte oturuyorlardı. Kimi ise arabayı yıkıyordu köy çeşmesinde. Bir yandan da övünüyorlardı:

-Hoca sen iyi kullanıyorsun, daha fazla kullanmana gerek yok, dedi. Ne de olsa çabuk öğreniyorum ben.

Bir-iki saat eğitimin hocalara benzin tasarrufu(!) sağladığı akıllarına gelmiyordu hiç.

Peki, insanlar az eğitimle ehliyet alabildiklerine göre eksik eğitimlerini nereden ve kimden alıyorlardı?

Ya doğruda trafiğe çıkarak diğer sürücülerin çıldırmalarından, ya ilave özel direksiyon derslerinden ya da ailedeki eski tecrübeli sürücülerden.

Bir gün bir telefon:

-Yetişin, "anne  kurtar beni" dedi, telefon kapandı ve ulaşılamıyor. Kesin uçuruma yuvarlandı bunlar.

Evet, kızına çok düşkün bir baba, kızını alarak memlekete direksiyon çalıştırmaya götürüyor. Arabadan gelen son haber de bu; anne kurtar beni.

Alelacele toplandık. Annenin iş yerine vardık. Bir kısmımız anneyi sakinleştirmeye çalışırken bir kısmımız da ne yapabileceğimizi düşünmeye çalıştık. Çalıştıkları yer yüz kilometreden fazla mesafedeydi. Yer net olarak da belli değildi. Bir kısmımız polisi aradık kaza falan var mı diye. Bir kısmımız ise o civara yakın oturan arkadaşları aradık yola bakın diye. Fakat saatler geçti ne polisten ne de arkadaşlardan bir haber yok. 

Sonunda memlekete giderek kendimiz aramaya karar verdik. Bir kısmımız annenin yanında kalırken ben arabayı almaya eve gittim. Eve varınca telefon geldi, baba-kız bulunmuştu.

Olay şu, malum trafikte olmak stresli. Acemi bir şoförün yanında yolculuk daha bir stresli. Özel donanımlı olmayan bir arabada, acemi bir şoförün yanında olmak hele acemi de en sevdiğiniz biri ise düşünün artık stresi. Baba, bu kadar stres altında kızına bağırıyor en küçük hatasında. Kız ise babasının  bağırmasına alışkın olmadığından strese giriyor. Trafikte acemilik de cabası. O nedenle annesini arıyor cepten. Biraz da düşüncesizce olayı abartıyor:

-Anne kurtar beni!

Baba ise bu kadar stresin üzerine bir de kızının cepten annesine yakınmasına kızıyor ve cep telefonunu elinden alarak kızgınlıkla fırlatıyor. Telefon kapanıyor ve ulaşılamıyor. Kendisinde de telefon yok.

Ben de ehliyet sonrası özel ders almıştım. Daha sonra bir tanıdık gençten de uzun kurslar aldım. Özel hoca zaten işi o olduğundan ve araba donanımlı olduğundan bağırmazdı. Tanıdık genç ise hem çok sakin biriydi hem de saygısından asla bağırmazdı. Ben o şekilde hallettim ama araba kullanmayı babadan kocadan ve kardeşten öğrenmek asla mümkün değil bence.

Öncelikle eğitim bir uzmanlık işi. İkicisi ve en önemlisi eğitim kesinlikle özel donanımlı bir araçla yapılmalı. Bu tür araçlarda öğretenin müdahale olanağı olduğundan bağırmasına gerek kalmıyor. Üçüncüsü ve en önemlisi de insanın babası, kocası ve kardeşi onun yakını ve onu en seven kişi. En küçük hatada tehlike doğduğundan stres artar ve bağırmak kaçınılmaz olur. Bağırıldıkça da öğrencinin stresi artar ve hata yapma sayısı da. 

Bence hiç uğraşmayın, bu işi profesyonellere devredin. Bazı arabaların arkasında görürsünüz belki ama hiç bir ehliyetin arkasında gördünüz mü, "babam sağolsun" yazdığını?

GENÇLİĞİN SIRRI BEKARLIK MI?



Kamuflaj, sadece askerlikle ilgili bir şey değil. Belki gerçek hayatta daha fazla. Ayrıca askerde sadece bedenler kamufle edilirken gerçek hayatta kişilikler de kamufle ediliyor. O nedenle, olduğunu bildiğimiz halde tabelalarını görmüyoruz.



-Buz Beyazı Eroin İmalat Tic. San. A.Ş.

-Sarı Lale Esrar Üretim Dağıtım A.Ş. 

-Muhabbet Kuşu Pez. Hiz. Ltd.Şti 

-Cia Kışkırtma Merkezi Müdürlüğü 

-Malı Götür Tefecilik Hizmetleri Kadıköy Şubesi 

-MOSSAD Tarikatlara Yardım ve Sızma Eğitimi Merkezi 

Bu tabelalar yok diye bu işler yapılmıyor, bu işlerin yapıldığı yerler yok anlamına gelmiyor. Bu işler ve bu işleri yapan kişiler var ama başka kılıkta kamufle edilmiş halde. Öğrencilik yıllarımızda gittiğimiz kahvede kumar oynayanları kamufle ediyorduk. Bizden oyun saat parası alınmazdı. Çay parası bile alınmazdı neredeyse. Kahveci sadece kumarda dönen parayı takip ediyor, çok daha fazlasını kumardan el değiştiren paranın yüzde onunu teşkil eden manodan kazanıyordu. Üstüne üstlük bütün gazeteleri de alırdı, cumhuriyet hariç. Kumarcıların rahat edebilmeleri için de kızların giremediği tek kahve olmuştu kampus civarında. Feminist kızların hücumları başarıyla savuşturulmuştu. 

Bir defa bizden oyun parası istenince toplu halde Avcılar Kulübüne transfer olmuş, birer fahri avcı kimliğimiz bile olmuştu. Biz gitmeyince kahvede yanık oynayan iki büyük masa ile birkaç okey masası sırıtmış kalmıştı. Kahveci ayağımıza gönderdiği garsonuyla oyun parası alınmayacağı garantisi vermişti. Kamuflaj o kadar önemliydi. 

Düşünüyorum da, herhalde tipimin ortalama Türk insanı tipi olmasından olsa gerek genelde kamuflaj işlerinde teklif bana gelirdi. Bu nedenle kaldığım öğretmen evinin müdür yardımcısı ilk teklifini bana yapmış, benim birlikte yemek yediklerimin haberi olmadan kamuflaj sağlamaya çalışmıştı. 

Kamuflajımızın konusu hayırlı bir işti. Ki çok severim, sevaptır. Akşam yemeğinde şehrin üst düzey bürokratlarından bir beyle, şehre görevli gelmiş bir kadın tanıştırılacakmış. Biz de masada kalabalık yapacağız ki etraf anlamayacak. 

Akşam oldu. Masada yerlerimizi aldık. Sadece müdür yardımcısı ile ben otuzlu yaşlarda, diğerleri elli yaş üzeriydi. Tanışma faslından sonra yemeklerimizi söyledik. Masa donatıldı. Damat adayı da gelin adayı da birbirine pek uygundu. Gelin adayı evlenip boşanmıştı ama damat adayının nasıl bunca yıl evlenememiş olmasına şaşırmamak elde değildi. Yakışıklı, bakımlı, iş, makam, mevkii hepsi vardı. Baktık ki ilk izlenim birbirlerini de beğendiler. Derin bir oh çektik ki çok önemliydi ilk izlenim. 

Normal bir yemek havası ile kamufle edilmiş akşamımızda muhabbet de kamufle edilmişti doğal olarak. Çiftimiz daha sonra baş başa kalacaklardı birbirlerini beğenirlerse. Laf nasıl geldiyse geldi, damat ile ne için masada olduğundan habersiz il müdürü, sağlıklı yaşam muhabbetine başladılar. 

-Efendim sarımsak kaç diş demiştiniz? 

-Melisayı ben de duydum. 

-Kantaron için evet öyle diyorlar. 



-Ben de size şu tarifi vereyim kolesterol için. 

-Kağıdınız var mıydı? 

Muhabbet öyle bir aşamaya geldi ki, masa ikiye bölündü. Damat adayı ile o il müdürünün sağlıklı yaşam muhabbeti ile gelin adayı, ben ve yardımcı arkadaşın ilişkiler, aşk ve evlilik muhabbeti. 

Sağlıklı yaşamcıların birbirlerine tarif yazabilecekleri not kağıtları tükendi. Bizlerden aldıkları kağıtlar da bitince baktım, garsondan istedikleri peçetelere yazmaya başladılar birbirlerine tavsiyelerini. 

Bizim konuyu aşk ve evliliğe getirerek damat adayını konuya çekme çabalarımız boşa çıkınca gelin hanımın gülerek dokundurmaları başladı: 

-Bula bula bana bunu mu buldun? 

-Ne yapalım abla elimde bu vardı. 



Sonunda gecenin geç bir vakti kalktık. Hayırlı işi başaramamış ama sağlıklı yaşam konusunda donanmış olarak. Damat adayının nasıl bu kadar genç ve sağlıklı kalabildiğinin sırrını da öğrenmiş olduk, içimizde bir şüpheyle. 
-Genç ve sağlıklı bir yaşamın sırrı, kadınların olmadığı bir yaşam mı yoksa evlenmemiş olmak mı?

DÜNYANIN EN BÜYÜK HAKSIZLIĞI



Nerede, ne zaman, kim ve hangi cinsten, ırktan doğacağı insanın elinde değil. Doğuyorsun, kendine geliyorsun bir bakıyorsun ki:


Bir dere kenarında naylon çadırın önünde sepet örüyorsun, çingenesin, 

Bir halayın içindesin, kırosun, 

Almanya’da bir iftar sofrasındasın turkosun, 

Polonya’da gaz odalarının önündesin, yahudisin,


Gazze’de tankları taşlıyorsun, Filistinlisin,



Bir kilise korosundasın, kafirsin,

Amerika’ya köle taşıyan gemidesin, zencisin,

Evleneceğin zaman anlıyorsun ki alevisin-sunnisin.

İnsanın Allah tarafından yaratıldığı, dolayısıyla hangi cins, dil, din ve ırktan doğacağı Allah tarafından belirlendiği toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilmekle birlikte; bir ötekileştirmedir devam ediyor.

Olay doğru yerde doğru zamanda doğanların yanlış yerde yanlış zamanda doğanlara zulmü şeklinde devam ediyor. Bu o kadar öyle ki; Gazze’ye bomba yağdıranların altmış yıl önce bir gaz odasında yakılacağı bir gerçektir. Arada sadece zaman farkı var.

Doğru yerde doğru zamanda doğduğu için diğerlerine öteki gözüyle bakanlara bir hikayem var. Bir gün bir arkadaş kahvede oturuyor. Fena halde morali bozuk. Arkadaşı soruyor, hayırdır?

-Sorma, dedem Yanni çıktı.

Olay şu: bir arazi anlaşmazlığında padişah tapularına kadar gitmek gerekmiş. Eski kayıtlara girince dedesinin rum olduğu anlaşılmış arkadaşın. Morali de ondan bozulmuş.

Yani, kimseye öteki diye bakmayın, derine inince kimin ne çıkacağı belli olmaz, o nedenle insan olmak yeterli.

ŞABANGİLİN SUÇU NE?

-Bu bana attığın son kazık olsun!

Bunu söylediğim adam pazarda bir satıcı. Uzattığım paranın iki katını isteyince anladım, etikette yazanların yarım kilo olduğunu.

Evet, o satıcının bana attığı son kazık oldu belki. Ama ne onun attığı kazık eksildi ne de benim yediğim. Ondan da benden de o kadar çok ki şehirlerde. Kazık atılacak insan ve kazık atacak insan. 

Ayda beş gün çalışan kaportacıya sormuş bir arkadaşım, nasıl geçiniyorsun, diye. O da beş günde gelenler yetiyor, demiş.

Evet, çağımız değişti. Uzun uzun çalışmaya, araştırmaya, kaliteye gerek yok. Bul bir iyiniyetli, sömür gitsin. Bütün şehir anlayana kadar kazık attığını sen zaten köşeyi dönersin. İspatı mı, bakın caddenize. Hangi sıklıkta değişiyor dükkanlar. Burada açığa çıktın git başka semte. Taşradan gelenlerin iyiniyeti yeter sana ömür boyu.

Geçen kooperatif evini satan bir arkadaşım anlattı. Bir emlakcı evini çok fahiş fiyata satmış, üstü senin maddesi gereği yüklü de bir komisyon almış. Nasıl olduğunu sorduğunda başka evi göstererek sattığını öğrenmiş. Vazgeçmeye çalışan arkadaşa emlakcı:

-Sana ne kardeşim, sen evini sattın istediğinden fazlasına. İyi araştırsaymış da yemeseymiş kazığı.

Evet, cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşeli. Herkes başka anlam çıkarsa da bu sözden, benim çıkardığım; iyi niyetlilerin üzerine basarak ilerleyenler cehennemi boylayacaklardır. 

İyi niyetin kaynağı ne derseniz taşralılık, derim. Bundan kısa bir süre öncesine kadar kır nüfusu kent nüfusundan çok daha fazlaydı. Şimdi yer değiştirdiler. Taşranın özelliği, durağan olmasıdır. İnsanlar, evler, arabalar, kasabalar ve köyler çok yavaş değişir. 

Değişim yavaş olunca da imaj denen şey de kolay kolay değişmiyor. İnsanları koruyan ancak şehirde de korumasız bırakan şey taşranın kapalı değişmeyen yapısı. Taşrada bir ayıp işlemişseniz birine bir kazık atmışsanız ilelebet silemezsiniz o imajı. Mahalle baskısı denen şey de budur. Yazılı olmayan kuralları ve cezaları vardır mahallenin. İyi anlamda da kötü anlamda da.

Bizim mahallede Şaban isimli bir çocuk vardı. Mahallenin girişinde evleri ve dükkanları vardı. Kabahatleri ne bilmiyorum ama ne dükkanı açsalar işlemezdi. Sonra dükkanı kiraya verirler. Diyelim kahve açıldı, yeri güzel olduğundan kahve dolar-taşar. Kira süresi bitince kiracıyı çıkarıp onlar açar kahveyi sinek avlar. Sonra bir lokantaya kiraya verirler. Lokanta dolar taşar. Lokantacının süresi dolunca bunlar lokanta açar kimse gelmez. Sonunda bir şey açmaktan vazgeçtiler. Sadece kira gelirine mahkum oldular. 

Bir de Hasangil var. Bunların da dükkanları yok, sürekli kiracılar. Ama ne açsalar dolup-taşar. Lokanta, kahve, market. 

Mahalleli nezdindeki imajınız geleceğinizi belirliyor ve bir yanlışın cezasını ömür boyu çekiyorsunuz. Şehire gelmiş taşralı henüz şehirleşemediğinden pazarda kazık atanın Şabangil gibi cezalandırılacağını sanıyor. Oysa ne şehir taşra, ne de pazarcı  Şabangil. Hasangil ise mahallede kaldı, yok şehirde.

Şehirde yediği kazıkların ardı arkası gelmeyen taşralı gördüklerinden sonra haklı olarak sormadan edemiyor: Şabangilin suçu ne?

MAKETZEDE


-Sadece aptallar aynı hatayı iki defa yapar!

Peki ya benzerini bir kaç defa yapanlar? Kırk altı yıl bazılarına göre bir şeyler söylemek için yetersiz gelebilir. Bana göre ise yaşamak için bile fazla bir yaş. O nedenle gitmeden tecrübeleri aktarmak, diyeceğimizi demek lazım. Zira bu kırk altı yıla  başta üç ihtilal, yüzlerce şok haber ve yeteri kadar da hayal kırıklığı sığdırdık. Hızlı geçti anlayacağınız. Bizden öncekilere göre daha çok şey biriktirdik ve o nedenle  gelecek nesile aktaracak çok şeyimiz var.

Bu yaşama kaç tane zede sığdı biliyor musunuz? Bankerzede, bankazede, off-shorezede, imarzede, borsazede, Fadılzede, kooperatifzede, bonozede. Bunun nedeni, "ben hıyarım" diyene tuzu kapıp koşmak. Daha çok kazanmak, karşıdan değer aktarma düşüncesi, çabası. 

Şimdi, baştan uyarayım da söyleyeceklerim bunlar dışında herhangi bir bilgiye dayanmıyor. Sadece hayat tecrübesi. Zede yaratan olaylara baktığımızda yoğun bir reklam bombardımanı görüyoruz. Eldeki bütün sermaye reklama harcanıyor. Reklamın etkisiyle elde tuzluk bir sürü insan çağrıya doğru hücum ediyor, paralarını yatırıyor. Ondan sonra hıyar da yok eldeki tuz da. Bir binanın önünde toplanıyorlar ve başlıyorlar bağırmaya:

-Devlet neden izin veriyor bunlara, neden denetlemiyor, paramızı isteriz!

Evet, bugünlerde bir reklam bombardımanıdır gidiyor. Tıpkı eski günlerdeki gibi.Tekrar ediyorum yine, bir şey bildiğimden değil ama sanki yakında maketzedelerimiz olacak gibi. Aman dikkat!

KOMPLOCU MİLLET

Bütün kabahat başkalarının, bütün kötülükleri de başkası yapar biz masumuz. Ah onlar olmasa. Kötüler, başkaları, diğerleri.

Bizim nesil "dış güçler" edebiyatı ile büyüdü. Ah o dış güçler olmasa, bütün kötülüklerin anası onlar. Fakat hiç bir zaman söylenmedi kim bu dış güçler. Belki de beynimiz özgür bırakıldı, herkes kendi bulsun bir dış güç diye. Fakat bir ara ben o kadar bunaldım ki bu dış güçlerden, bulsam bir yetkili soracaktım, kim bu dış güçler, diye.Ve önerecektim;  biz  nesil olarak kendimizi feda edelim, bu dış güçlere karşı savaşalım bari gelecek nesil rahat etsin.

İç olaylarda da var öyle bir faili meçhul durum. Tamam, faili meçhul cinayetler var da başka kötülükler de var onlar da faili meçhul. Her kötülükte herkes masum, bilinmeyen birileri sorumlu. 

Yalnız bazı konularda milletvekilleri var suçlanan:

-Hep kendilerini düşünüyorlar, dünyanın parasını alıyorlar, meclis lokantasında da bir liraya çorba içiyorlar.

Bu öyle bir hal aldı ki, hani milletvekillerinin maaşını düşürsek, içtikleri çorbayı da iki lira yapsak memleket kurtulacak. Oysa yavaş yavaş anlaşılıyor ki, milletvekillerinin kaç katı maaş alan belediye başkanları, oda başkanları, sendika başkanları varmış. O kadar dozu kaçtı ki bir defasında bir eski başbakanın dört evi olduğu ortaya çıkmıştı. Biri dedi ki, "biz de onu dürüst bilirdik". O eski başbakan otuz yıldır başbakan maaşı alıyordu dört evi de normaldi belki. Dürüst bilirdik diyen yirmi yıllık memurdu, başbakan maaşı da almıyordu ama onun da dört evi vardı. Kimse demedi "seni dürüst bilirdik" diye. Birilerini suçlayalım yeter. Kahrolsun birileri.

Bana kalırsa milletvekilleri kendilerine sponsor olanlara hizmet etmesinler, parayla ihale takip etmesinler ve komisyon karşılığı işe adam yerleştirip tayin için araya girmesinler, kendi payıma maaşları helal olsun.

Bir de komplocular var. Onlar da kötü insanlar. Onlar da ülkemize insanımıza kötülük yapmak için komplo üzerine komplo planlıyorlar uyguluyorlar. Onlar da başkaları ve faili meçhul ama en azından iki tanesi benim için meçhul değil. Biri zaten kendi itiraf etti. Her şey ortada. Bazı yabancı yazarların kitaplarında tarihimizdeki komplocularla ilgili  hikayeler okusak da bu dinlediğim en az otuz beş yıllık.

Efendim, kahramanımız bir memur daha doğrusu atılmadan önce memurmuş. Yaptığı yolsuzluklar nedeniyle hem hapis yatmış hem de memuriyetten atılmış. Bu memur fabrikaya alınan malzemelerle ilgili görev yapıyor. Müdürü çok dürüst biri olduğu için hemen farkediyor bunu ve o görevden alıyor. Memur bakıyor durum sakat. Fabrikaya alınan malzemelerden avantasını alabilmesi için müdürün başka yere tayin olması gerekiyor. Düşünüyor ve çözümü de kısa sürede buluyor. 

Seksen öncesi CHP iktidarda. Müdür de aslında sempatizan bu partiye. O aralar CHP'nin de kongresi var ve memurumuz planını orada uygulamaya koyuyor. Müdür için sahte Ülkü-Bir (Galiba Ülkücü Teknik Elemanlar Birliği) üye kartı hazırlıyor. Bunu teksir kağıdıyla bütün delegelere dağıtıyor. CHP İktidarında ülkücü birini fabrika müdürü yapmakla suçlanan bakan daha fazla baskılara dayanamıyor  ve müdürü görevden alıyor. Hiç bir şeyden habersiz müdürün derdini anlatması mümkün olmuyor. Memur da işine devam ediyor, sonunda yakalanıyor ve işten atılıyor. Fakat kurduğu komplo işe yarıyor bir süre için.

İkinci duyduğum komplo ise özel hayata dair. Yıllar önce bir gün kahvede bir arkadaşı etrafındakilere bir mektup gösterirken buldum. Beni de çağırdı, okuttu; bir kız tarafından yazılmıştı. Ona aşıktı fakat arkadaş nişanlıydı.

-Abi habire yazıyor, kafayı takmış bu kız bana. Nişanlıyız anlatamıyoruz.

Bir kızın bir erkeğe ilanı aşk etmesi pek görülmüş şey değil bizim oralarda, o zamanlarda. Hele de nişanlı birine. Şaşırdığımı gören bir başka arkadaş beni kolumdan çekerek konuya açıklık getirdi.

-Zorla nişanladı ailesi. Kızı istemiyor. Kız tarafı duyar vazgeçer diye böyle hayali mektuplar yazıyor. Bu kaçıncı mektup bizlere gösterdiği.

İşe yaradı mı derseniz, geçenlerde gördüm, oğullarını askere gönderiyordu o nişanlı çiftimiz.


NATAŞA NEDEN KABUL ETMEDİ?

Dört zampara Nataşaların olduğu kafeye geliyorlar. Üçü, yüz dolara anlaştıkları nataşalarla otelin yolunu tutarken bir tanesi kalıyor. 

Entellektüel ve meraklı biri olduğundan yüz dolara otele gitmek yerine elli dolara "sistemin nasıl çöktüğünü" tartışmayı öneriyor nataşalara. Fakat hiçbiri kabul etmediği gibi "git işine" diyerek de kovuyorlar oradan.

Nedenini anlayamıyor, acaba neden kabul etmemiş olabilirler?

-Herkes bildiği işi yapmalı.

-Görünen köy tartışma kabul etmez.

-Fiyatı az buldular. Beyinsel hizmet bedensel hizmetten daha pahalıdır.

-Bu saatten sonra tartışma gereksiz.

-Bu konu bir toplantı salonunda tartışılır, burası yeri değil.

-Çökmüş sistemin tartışması mı olur?

-Bunu isteyenin başka sapık fantazileri de vardır.
....

DERBİ YERİNE ÇİZGİ FİLM SEYRETMEYİN!


Çağımız imaj çağı kabul. Yanlış anlaşılan; imajın olanın tanınmasına yardım ettiği, bir nevi bir başlangıcın kıvılcımı olabileceği. Ancak asla imajın olanın yerine geçemeyeceği. Aslında bir şey yoksa en iyi imaj çalışmasını yapsanız da imaj olmayanı var edemez.

Yıllar önce bir şehirdeyim. Ortalık yıkılıyor. Reklam, pankart bir lokantanın açılışı var. Ertesi gün denemeye karar verdik. Gittik. Gerçekten etkileyici bir dekorasyon. Tabak, çatal bir lüks bir şatafat sormayın gitsin.

Hemen söyledik yemeklerimizi. Yemekler geldi servis de harika. Fakat o ne? Yemekler berbat. O kadar reklamı dekorasyonu düşünen işyeri sahibi iyi bir aşçı istihdam etmeyi düşünememiş.
***
-Maçı nerede seyredeceğiz?
-Sahilde çok güzel bir yer var orada seyrederiz. Arkadaşlar yer tutmaya gittiler.

Maça daha çok var. Yerimiz tutulmuş rahatız. Bir yandan da telefon trafiği devam ediyor. Hem Fenerbahçenin hem de Galatasarayın Avrupa maçları var. Fenerbahçenin maçı dışarıda yer minderlerinde, galatasarayın ise içeride seyredilecekmiş, her iki yerde de yerler tutulmuş önden gidenler tarafından.

Maçın başlamasına onbeş dakika kala telefon:
-Elektrikler kesilmiş, bizi göremezseniz kapıda bekleyelim.

Karanlıkta bulduk elemanları. Olay bir maç seyretmekten öte ailecek güzel bir yaz akşamı geçirme kıvamına gelmiş. Çoluk-çocuk yıldızların altında dalga sesi eşliğinde maç seyredilecek.

Herkes tuttuğu takıma göre yerlerini aldı. Ben yaz akşamları asla içeride oturmama kuralıma göre dışarıdayım. Elektrikler hala kesik, gelir nasılsa.

Yer çok güzel. Denize sıfır, müthiş bir dekorasyon ve yüzlerce insan. İğne atsan yere düşmez. Derken elektrikler geldi. Yan taraftaki daha mütevazı restoranda maç başladı. Beş-on dakika sonra içerideki galatasarayın da maçı başlayabildi. Biz ise çizgi film seyrediyoruz. Maçı yayınlayan dijital platformun aynı anda iki maç yayınlamasından mı bilinmez bir türlü fener maçını bulamıyor görevliler.

Şimdi müşteri gözüyle, dışarıdakilerin gözüyle olaya bakalım. Takımın Avrupa kupası maçı var önemli. Maçı izlemek için paraya kıyılmış, şehrin en güzel deniz kenarındaki muhteşem manzaralı dev ekranında izlemek üzere saatler öncesinden yer tutulmuş. Yer minderlerinde oturulmuş, maç saatine kadar yemekler yenmiş içkiler içilmiş. Elektrikler kesilmiş, jeneratör olabilir, hadi yok diyelim ama insan bir kanalı ayarlayamaz mı?

O nedenle bağırıyordu takımın formasını giymiş göbekli adam:


-Ben maç seyretmeye geldim, çizgi film değil!

Ardından elektrikler tekrar gitti. Bir süre sonra tekrar geldi. Önce yandaki restorandan maçın sesi geliyor, sonra içerideki maçın ve dışarıda tekrar başlıyor çizgi film. Maç bulunduktan beş dakika sonra tekrar elektrikler gidiyor.

Bu bütün gece devam etti. Bari ikinci yarıyı seyredelim, yok son yarım saati yok on dakikayı derken maç bitti. Her kesintide azaldı seyirci. O saatten sonra başka bir yere gitmek de zor. En acısı ise maçı on dakika seyredemeden yüklü hesabı ödemekti herhalde.

Sormakta haksız mıyım? Bir sahil kentinde deniz kenarında restoran açmayı başaran, yer minderlerine, dev ekrana ve maç yayınına abone olmayı düşünen müteşebbisimiz, jeneratör almayı akıl etmek neyse de kanal ayarlamayı öğrenmemiş veya bilen bir eleman istihdam edememiş.

SAKINILAN GÖZE ÇÖP BATAR


Medeniyet insanların birikimleri üzerine mi kurulu? İnsan kendinden öncekilerin birikimleri üzerinden mi devam etmeli yoksa onları sorguladıktan sonra doğru buldukları üzerinden mi devam etmeli? Sorgulama uzadıkça medeniyet patinaj yapmaz mı, gelişme yavaşlamaz mı?

Geçmişin birikimlerinin en yazılmamışı, en kısası ve en özlü sözlüsü atasözleri olmalı.“Ak akçe kara gün içindir”i anladık da “ iyi insan sözünün üzerine gelir” ile “iti an çomağı hazırla” arasındaki çelişkiye ne demeli? Benim sorguladığım atasözü ise “sakınılan göze çöp batar” oldu.

Efendim fakülte yılları. Kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar sonsuz. Kıt kaynaklarım o gün ihtiyaçlarımla birebir örtüşmüş durumda. Ne eksik ne fazla; iki otobüs bileti ve bir yemek fişi. O gün sınavım olduğundan arkadaşlar fedakarlık yapıp sınava gidip yemek yiyebilmem için iki abonman bileti ve bir yemek fişiyle gönderdiler beni. Sınava girdim, yemeğimi yedim sonra tekrar sınav ve nihayet elimde tek sermayem otobüs biletiyle otobüs durağındayım. 

Yerde yarım metre kar var hava soğuk. Yolda zorunlu olanlar dışında insan ve araç yok. Hava soğuk olduğundan ellerim cebimde, elimde de otobüs biletim ki bir şey olmasın tek sermayeme.

Derken sağa doğru döneyim derken ayağım kaydı yere düştüm. Düşerken de özenle ısıtmaya çalıştığım elim bana ihanet etti ve nasıl olduğunu anlamadan tutması için ona emanet ettiğim bileti bırakıp beni kazasız belasız yere indirme yolunu seçti. Yere elimin yardımıyla yumuşak iniş yaptım fakat avucumu açtığımda bilet yoktu. Refleks denen şey düşündüğünü değil bildiğini yapıyor anlaşılan. Bana kalsa ben yere yumuşak iniş yapmama yardım etmek yerine otobüs biletini tutmasını tercih ederdim.

Benim de artık insanlığın birikimine bir atasözü armağan etme zamanım gelmişti. ”Saman yığınında iğne aramak “ deyimine, ” kar yığınında abonman aramak”. Ne kadar aradıysam da bulamadım. Yeni bir atasözü devreye girmişti artık.”Yer yarıldı içine girdi”. Evet aynen öyle olmuştu.

Diz boyu kar, ev en az on km. uzakta. Yürüyeyim desem eve kadar kesin donardım. O zamanlar bırakın cep telefonunu mütevazi öğrenci evimizde telefon dahi yoktu. Yoldan geçen birinden para istemek ya da otobüs şoförüne “sonra vereyim” demektense yolda donmayı tercih ederdim.

Düşündüm ve aklıma durağın karşısındaki kültürpark içerisinde bir sürü öğrenci kahvesi olduğu geldi. Orada da bir sürü abonman alabileceğim arkadaşım vardı. Ancak kültürparka giriş ücretliydi. Ücreti de o kadar azdı ki bir öğrenci bile on arkadaşının giriş ücretini "benden" diye ödeyebiliyordu. Fakat bende o az miktar dahi yoktu. 

Daha önceleri kapıdaki görevliye “arkadan gelen arkadaş ödeyecek” türü yalanlar söylendiği için karnı toktu görevlinin.“Birine bakıp çıkacağım” deme hakkımızı da çoktan tüketmiştik. Çaresiz kültürparkın duvarından içeriye atlamak için etrafını dolaştım ancak anlaşılan belediye de bedavacılara karşı işi sıkı tuttuğundan (dikenli teller vs.) parka girmek olanaksızdı. 

Bir çözüme bu kadar yakın bir o kadar da uzak hissetmemiştim kendimi. Beni soğuktan kurtaracak arkadaşlar on metre ilerideydi ancak ben cüzi giriş ücretini bulamadığımdan donmak üzereydim. Yaz olsa arkadaşlar kahvenin dışında otururlar ve ben bir işaretle onlara ulaşabilirdim. Şimdi onlar sıcak öğrenci kahvesinde sohbet, oyun keyif sürerken ben on metre ileride donmak üzereydim. Artık en son çare olarak, kültürparkın kapısında tanınık birinin gelmesini beklemeye karar verdim.

Fazla beklemeye gerek kalmadan bir arkadaş geldi. Benim bir şey dememe gerek kalmadan benden diyerek giriş ücretini ödedi ve ben öğrenci kahvesinde borç alabileceğim bir arkadaş buldum. Biraz oturduktan sonra bilet alarak eve döndüm.

Paramın geldiği ilk gün hemen kendime bir atasözleri kitabı aldım.

KADINLAR NEDEN UZUN YAŞAR?

Soruyu tersinden söylemek de  mümkün:
-Erkekler neden daha az yaşar?
-Kadınları uzlaştırmaya çalıştıklarından?

-Peki, erkekler olmasa kadınlar ne yapar bu dünyada?
-Kısa zamanda dünyanın sonu gelir.

-Nedir bu, kadınlara karşı önyargı mı kızgınlık mı?
-Bir erkek olarak konuyu doğru analiz ederek uzun yaşamaya çalışmak. Akıntıya kürek çekerek hayattan yorulmamak, enerjiyi beyhude yere harcamamak.Kondisyonu dikkatli harcamak.

Fakat yazının konusu yukarıda saydığım, tarafımca kesinleşmiş üç görüş değil. 

-İnsanın en güçlü duygusu adalet duygusudur.

Evet, bir erkek bu dört konuyu bilirse, inanırsa ve uygularsa daha uzun yaşar mı bilmem ama daha kaliteli yaşar. Orası kesin.

Örnek bir:
-Tek başına yaptığın işi bu defa dokuz kişi yapıyorsun. Fakat kavga çıkıyor. Mantıklı değil tabi ki. İşin dokuzda bire inmiş, kavga niye? İşin dokuzda biri adil dağıtılmamış, ondan.

Örnek iki:
-Bir kişilik işi iki kişiye yaptırın yine aynı sonucu alırsınız. İş yarıya düşmüştür ama adalet zedelenmiştir. Kavga bundandır.

Örnek üç:
-Askerde sürekli çavuşlardan dayak yiyen bir er, kendisine küfür etti diye revir çavuşunu bıçaklıyor. Merak ettim sordum. "Bölükteki çavuşlar her gün seni dövmüşler bir şey yapmamışsın da bunu niye bıçaklıyorsun sövdü diye" 
-Benim bölüğümdekiler ailedendir. Döver de sever de ama bu revir çavuşu. Dövemez de sövemez de.

Bir uzmandan dinlemiştim; kardeş kavgalarının nedeni ana-babadır. Çocuk ana-babanın adil davranmadığını düşündüğünden kardeşine düşman olur.

Yetmedi mi? Bir erkek, eğer etrafındaki kadınların arasında kalmışsa, onların arasındaki sorun çözümsüz olduğundan onlar arasında adil davranarak sorunu daha az hasarla atlatabilir.

Evet, zorunlu bir beraberlik oldu bizimkisi. Ben göreve gidince eşim hem küçük çocuk hem de iş uğraşmasın diye annem de bizde kalıyor. Muhtaçlık ilişkisi bir yerde. Herkes bunun bilincinde, bir ana-kız ilişkisi beklemeyecek kadar mantıklıyız. Zaten kadrolar da dolu. Ana da var kız da. 

Kadınları kızdırmak adına bir iddia daha atayım ortaya:
-Kadınlar doğumundan itibaren kadınlarla savaşa hazırlanır. Zamanı geldiğinde savaş baltalarını çıkarır gömdükleri yerden. 

Bizimki de öyle oldu sanırım zira başka mantıklı açıklamasını bulamadım. Bir gün bir yakın arkadaşlar oturmaya geldiler. Onlar gittikten sonra annem:

-Ayşe bana soğuk davrandı. Ben onu kimin doldurduğunu biliyorum.

İşe bak sen. Korktuğum benim de başıma geldi. Kısa sürede karar verdim.

-Kim doldurdu? Gelinin mi?

-Yok canım başka birisi.

Bu arada savaş baltasını çıkaran eşim:

-O kadar iyi davranıyorum sana, yine de yaptın yapacağını.

-Ben sen doldurdun demiyorum ki.

Son hamleyi yaptım:

-Anneciğim. Onu sana karşı doldurabilecek başka kimse yok ki. Dediğin laf o anlama geliyor. Hem neden doldursun ya da arkadaşın eşi neden sana soğuk davransın? Başka derdi vardır kadının.

Annem fena yakalanmıştı. Ayşe'yi eşimden başkası doldurmuş olamazdı zira başka ortak tanıdık yoktu. O da zaten biraz yakalanmış olmanın mahcubiyetiyle eşimi teselli etmeye çalışıyordu.

Düşündüm ki, ben bir ay daha evde olamayacaktım. Yokluğumda eşimle annem kavga edebilirlerdi veya birbirlerine ima-laf dokundurma her şey olabilirdi. Zor da olsa kararımı verdim, annemi evine gönderecektim ve göreve öyle gidecektim. Yoksa ömür boyu bu kavga sürerdi. Ayrıca haksız olan annem olduğuna göre hamleyi ben yapmalıydım ki eşime söz kalmasın.

Annem, gitmek istemedi.Özür dileyip kalmak istedi. Zira komşularına neden erken döndüğünü açıklayamazdı. Ama ben ısrar ettim. Bu olayda hatalı olduğunu, daha fazla kırgınlık ve sorun istemediğimi söyledim. Fakat ben evin en küçüğüydüm ve anneme hepimiz çok düşkündük. Kardeşlerim bu davranışımı hiç de hoş karşılamayacaklardı. Kavgalarını göze aldım, ne yapayım ki başka?

Annem gitti. Tren istasyonunda hala gitmemek için ısrar ediyordu. Sonunda gönderdim fakat korktuğum telefonların hiç biri gelmedi. Eşim de bu hamlem üzerine asla bu konuyu açmadı.

Bir kaç ay sonra merak edip anneme sordum. Kardeşlerim neden hiç bu konuda beni aramamışlardı?

-Hiç birinin haberi yok da ondan. Sen haklıydın oğlum. Benim o sözü söylememem gerekiyordu. Kalsaydım birbirimize laf söylerdik iyi olmazdı. Gelmek istemedim ama göndermen iyi oldu. Ben de kimseye bir şey söylemedim.

Taraflar arasında adil davrandığım için bir daha bunun gibi bir sorun yaşanmadı. Söylenecek sözü ben söylediğim için eşime söyleyecek laf kalmadı. Annem de eşimden duyacağı lafı benden duyduğu için o kadar kızmadı. Fakat üçümüz de hak ettiğimizde trene binen olacağını iyi biliyorduk.

BU ALEMİN ZİRVESİ (Söyleşi)



Bir yerde çok asık suratlı bir sekretere rastladım. Dedim ki ona, “senin müfettiş benim sekreter olmam gerekiyormuş”. Sen de dağda derede-tepede dolaşırken, “evde soğan doğramam gerekiyormuş” dediğin oluyor mu? 

Evde soğan doğramam gerekiyormuş dediğim hiç olmadı, bundan sonra olacağını da hiç sanmıyorum. Zaten evde bir soğanım bilem yok ki doğrayayım, onları son gördüğümde hepsi tanımlayamadığım garip yaratıklara dönüşmüşlerdi :) Ama itiraf edeyim, Uludağ’da aşağı yukarı -18 ve de Klimanjaro’da -23 de sıkı bir biçimde donarken “Burada ne işim var benim?” diyerekten kendime haylice sövmüşlüğüm oldu! 

Hamiş; Bu soğan sorusuyla birinin yarasına bastın ya neyse :) 

Bu Nasuh Mahruki’ye bakıyorum bazen. Dert yok tasa yok, ev yok dünek yok (yeni evlendi galiba), amir yok memur yok, hanım yok çocuk yok ve de sanki yaşam gailesi yok. Gez babam gez. Benim gördüğüm o. Kendime baktığımda ise yani tembelim kabul de hiç öyle dağa çıkacak, ana kampta 15 gün kalacak(yıllık iznim yirmi gündü ilk zamanlar) durumum da yoktu.
Seninki de böyle mi? Hiç çalışmadın mı 8-5, ya da ev-dünek yok mu, iş- güç de yok, yaşam sadece gez-toz mu?

Nasuh’u bilmem ama bendeki varları yokları sayacak olursak; Dert var, Tasa var, Ev var, Dünek yok, Çocuk yok, Amir yok, Memur yok, Yaşam gailesi var:) Varların sayısı ile yokların sayısı eşit çıktı bu testin sonucu neyi gösteriyo acep? :) Şaka bir yana çalıştım, çalıştım da emekli bilem oldum. Artıkın kapı gibi emekli maaşım var. Üstelik ye ye bitmiyo! Hımmm yaşam sadece gez-toz mu? Bak işte bu derin bir soru? Neyse derinlere dalmayalım gezmek-tozmak ta yaşamın tatlarından biri diyelim..:)

Deveye sormuşlar, yokuşu mu seversin, inişi mi, diye. O da düz başıma mı yıkıldı, demiş. Dağcıların da düz başına mı yıkıldı?

Valla o deve biz dağcıyız.:)  
Afrika kitasinin en yuksek noktasi Uhuru Peak- Klimanjaro-Tanzania... 5895 m
Şimdi bu Nasuh gibiler dağ tepe gezip daha sonra bize evlerimizde gösterince bizde de bir şeyler uyanıyor. Şimdi başlasak bir şansımız var mı? Şerpaların bazı zenginleri (tahteravanla Everest’e çıkardıklarını okumuştum. Zengin değilim ama var mı öyle bir şansım? Dua karşılığı şerpaların sırtında Everest’e çıkma, senin gibi elde bayrak fotoğraf çekilme?

Elbette şans var örneğin bakınız bendeniz! Dağcılık geçmişim çocukluk yıllarıma dayanmıyor. Hepi topu iki sene.:) Daha güzel bir örnek ise Hulda Crooks. Kendisi 65-70 yaşlarında dağcılığa başlıyor sonrasında Japonya’daki Fuji dağına çıkan en yaşlı kadın unvanını alıyor. Hulda’nın hayat hikayesi beni çok etkilemiştir. Bende en yaşlı Türk Dağcı kadın mıyım acaba? Değilsem de sanırım bir gün olacağım.:) 

Şerpalara gelince dua karşılığı seni Everest’e çıkaracaklarını hiç sanmam ama para karşılığı olabilir. Anlayacağın elde bayrak fotoğraf çektirmek için iki şansın var, ya parayı bastıracaksın Şerpalar seni çıkaracak ya da benim gibi yürüyeceksin. Seçim senin.:) 

Geçen dikkatimi çekti; bütün fotoğraflarım evde üçlü koltukta elimde kumanda ile çekilmiş. Seninkilere bakınca da bir tane ayakta dururken bile fotoğrafın yok. Facebookta yayınladığın fotoğrafları anladık da evde kıyıda köşede var mı benim ki gibi utanç fotoğrafların? Elde kumanda, üçlü koltukta uzanırken?

Elde kumanda üçlü koltukta fotoğrafım yok ama hasta olduğum durumlarda yada bunalım zamanlarımda ki bu genelde kış aylarında olur elde kumanda, üstümde battaniye üçlü koltukta Bridget Jones misali uzanmışlığım vardır ve olacaktır da! Tamam seni rahatlatmak için çekecem bi utanç fotoğrafı ve yapacam profil resmi. Söz:)

Hasan Dağı, 3268m

Ağrı Dağı, 5137 m
HasanDağı zirvesinde de Ağrı’da da fotoğraflara bakınca tam zirvede değilsin gibi. Örneğin Hasan Dağı fotoğrafında taş birikintisinin üzerine çıkmamışsın. Dağcılık Federasyonunun bunu zirve saymama riski yok mu? Yani taa oralara kadar çık, bir metre yüzünden zirve yapmadın sayılmak?

Hasan Dağı’nda zirve yapanlar şööle afili bi fotoğraf çektirsin diye koymuşlar o taşları üst üste, bizde gereğini yaptık.:) Dağcılık federasyonunun belirlediği zirve noktasına ayak basman yeterli ki oda o taşların hemen başlangıç noktası zaten. Ağrı Dağı farklı orada taş yok dolayısıyla zirvenin sayılama riski diye bir şey de yok.:)

Gerçekten bir belge falan veriyorlar mı? Öyleyse bu belgelerden kaç tane biriktirirsen Evereset’e çıkmış sayılıyorsun?

3000 metre üzerinde yaptığın zirveleri bağlı olduğun spor kulübüne bildiriyorsun sana belge veriyorlar. Bu belgelerden kaç tane biriktirirsen biriktir bizzat Everest’e çıkmadan Everest’e çıkmış sayılmıyorsun:) 

Fotoğrafta sanıyorum Tandoğan Cumhuriyet Mitinginde yürüdüğün görülüyor. Elinde kazma, ayağında ne o dağcılık ayakkabısı olmadan yürümek sende baş ağrısı yaptı mı? Bünyeyi normal yürüyüşe alıştırmak için hangi ana kampta kaç gün kalman gerekti?

Tandoğan, Çağlayan, Gündoğan. Hepsinde yürüdüm de baş ağrısı yapmadı ama şu son referandumdan sonra geçtiğimiz ileri demokrasi bırak baş ağrısını migren krizi şeklinde etki yapıyor bana. ! Bünyeyi normal yürüyüşe alıştırmak için, araba anahtarından ve kumanda aletinden uzak durmak yeterli kanımca.:)

Bedensel hareketle, beyinsel hareketin ters orantılı olduğunu iddia etmiştim sen kabul etmemiştin. Günce adlı blogunun sadece üç yazıyla kalması beni haklı çıkarmıyor mu?

Halada kabul etmiyorum. :) Son günlerde yazı yazmak, düşüncelerini ifade etmek dağcılıktan daha tehlikeli olmaya başladı. Yazarak hareket alanımı Silivri ile sınırlı tutmak istemiyorum da ara vermem bundandır. :P İşin gerçeği bu değil elbet, hem zaman sorunu hem de web ayarlarında oluşan bir problemden dolayı bloga devam etmedim. Hayallerimden biri de yazılarımı kategorilere! ayrılmış bir şekilde yayınlayabileceğim bir web sayfası yapmak. Ayrıca yayınlamadığım için yazmıyorum sanma yazı dolu birçok defterim var. Birde ekran, klavye ve ben üçlüsünden ziyade kalem kağıt ve ben üçlüsü nedense yazıda daha başarılıyız.

Beyşehir Gölü çevresi- Isparta

Keremali Gölü


Coliseum of Rome
  
Dağcılık, doğa gezileri, yemek organizasyonları, kişisel gelişim dersleri, hayvan severlik, resamlık, az şairlik, sivil toplumörgütlerinde çalışmak ve üzerine de blog yazarlığı. Diyorum ki dünyada 6 milyar insan daha var. Onlara da yapacak bir şeyler bıraksan?

Olmaz bırakmam hepsini ben yapacam :) Yaşasın bencillik. İşte yeni dünya insanı profili.! Beni yakından tanımayanlar oh diyor ekmek elden, su gölden dünyada işin iş, oysa gerçek bu değil. İnsan gerçekten bir şeyleri yapmak istiyorsa kısıtlı imkânlarla bile yapabiliyor yeter ki bahanelerden kurtulsun ve güven alanlarından dışarı çıksın.

"İnsan gerçekten bir şeyleri yapmak istiyorsa kısıtlı imkânlarla bile yapabiliyor yeter ki bahanelerden kurtulsun ve güven alanlarından dışarı çıksın" Diyordun. Ben ne zaman bir şey araştırsam hep karşıma çıkan, kitap ve uzmanların söylediği: Kendine güven, çare sensin, muhtaç olduğun enerji içinde yeter ki farkına var, secret vs. yani laf çok somut bir şey yok. Ya da kafamız kalın biz göremiyoruz.

Kendine güven, çare sensin, muhtaç olduğun enerji içinde yeter ki farkına var, secret vs, vs. Evet bu söylemlerde doğruluk payı yok değil, ancak bu tür kitapların satış sansı olsun diyerekten içine bir tutam gizem, biraz felsefe, biraz kuantum fiziği katıp son yılların modası spirütüalizme uygun olarak yazılıyor. Bir pazarlama tekniği yani. Apaçık kullanılacak bilgiler dururken insanlar nedense gizem peşinde çünkü. 

İnsan psikolojisinde algıda seçicilik diye bir şey vardır. Her gün maruz kaldığı binlerce uyarıdan, ilgilenim düzeyi yüksek olan konulardaki uyarıcıları insan daha çabuk algılar. 
Dolayısıyla yapmak istediği şey ile ilgili yapması gerekenleri daha çabuk farkeder ve eyleme geçebilir! Bilmem bir anlamda neden çare sizsiniz sözünü kısaca açıklayabildimmi?.

Senden ricam, şöyle somut olsun cevabın. 

a) Bir emekli olarak bu dağ, dere, tepe nasıl gezebiliyorsun? Önce mali kaynak, sonra ekip derneğe falan mı üye olmak lazım?

Sadece bir emekli maaşı ile elektrik, su, telefon, yeme, içme, giyinme, gezme tozma, gibi faaliyetleri gerçekleştirmenin bir yolunu bulmuş olsaydım Ekonomi Nobel ödülünü ben alırdım.:) Buradan anlaşılacağı üzere tabiî ki ek gelirim var. Ayrıca bütçemdeki harcama kalemlerimde de değişiklik yaptım. Örneğin artık ayakkabı koleksiyonu yapmayı bırakıp buna harcayacağım parayı gezi için kullanıyorum.:) 

Evet bu tür gezileri kar amacı gütmeyen gezi grupları, spor kulüpleri veyahut biraz deneyim kazandıktan sonra kendinin yapacağı organizasyonlar ile ekonomik olarak gezmek mümkün. İstanbul civarında yaptığımız günü birlik gezilerin maliyeti yolun uzaklığına göre 25 ila 45 TL arasında değişiyor. Konaklamalı gezilerde ise çadır konaklama maliyetini neredeyse ortadan kaldırıyor. E daha ne olsun 5-6 paket sigara parasına gezmek mümkün yani.:) Ayrıca bu tür organizasyonlarda sorumluluk alan arkadaşlar, örneğin rehberlik, araç sorumluluğu gibi emeğinin karşılığı olarak yol masrafından muaf tutuluyor. E daha nolsun.:)

Afrika'nın en yüksek yeri-Klimanjaro Dağı bulutların üzerinde bir emekli
b) Bir emekliyi maaş kuyruğundan alıp önerilerinle Klimanjaro’ya doğru yola çıkarır mısın? Dil problemi, ekip, mali kaynak nasıl olacak? 

Bir emekli sadece aldığı emekli maaşı ile yaşamını idame ettirebiliyorsa onu alnından öpüp Klimanjaro’ya sırtımda çıkartırım.:) Dil olayına gelince yurt dışı gezilerinde yanımdaki arkadaşlarımdan bir yada bir kaçı dil biliyordu sorunum olmadı. Kimi zamansa az İngilizcemle idare edebildim. Ispanya seyahatimde daha çok beden dili kullandım, beden dili de işi çözüyo yani,:) Mali kaynağa gelince önceden planladığın bir gezi için para biriktirebilirsin olmadı tatil kredisi diye bişi var kullanabilirsin, yada kredi kartına taksit yaptırabilirsin. Borç alabileceğin bir arkadaşın varsa ondan rica edebilirsin. En güzeli de sponsor bulmak olur tabii. Hiç biri olmuyorsa planladığın şeyi yapmak için ek kazanç yollarını araştırırsın. E daha ne diyeyim ki benden bu kadar.:) Özetle bir insan bir şeyi yapmayı kafasına koydu mu yapar abicim. Şayet yapmıyorsa o şeyi tam olarak istemiyor demektir ki hemen peşi sıra bahane üretimi başlar. Bunu kendimde de deneyimledim başkalarında da gözlemledim. Bütün kişisel gelişim kitapları da insanın bu özelliğini temel alarak yazılmıştır. Yazılanların Türkçesi şudur; Bir şeyi gerçekten kafana koymuşsan yaparsın, yapamıyorum diyorsan yeterince kafana koymamışsındır, gel şimdi ben sana bunu kafana koyma yollarını öğreteyim dir

Hamiş: Dağcılık ekipmanları haylice pahalı ama kiralama imkanı da var. 

Emeklilerin işi tamam, bir de kendim için sorayım: bende dil yok az fransızca var, bisiklet binmesini de bilmiyorum.(Komşumuzun oğluna bisikletle kamyon çarpıp ölünce bisikletim de olmadı ona binme iznim de) 

Yani şimdi kumandayı bıraktım, üçlü koltuktan da doğruldum. Yukarıdaki vasıflar ve biraz göbekle ne olur benden? Neler başarabilirim? Üstelik gencim, senin gibi emekli de değilim?

Şayet bilseydin yürümemek ! için bisiklete binmeye razı olacaktın gibi bi hava sezinledim ya neyse.:) Bisiklete binmeyi öğrenebilirsin hiç zor değil, olmadı çok güzel üç tekerleklileri var bi dene.:) Yukarıdaki vasıflarla sağlığının elverdiği her şeyi gerçekleştirebilirsin. Her şeyden önce sapasağlam bacakların var ve başka hiçbir şeye ihtiyacın yok bu nedenle hemen yürümeye başlayabilirsin.:) Önceleri düz yolda yürü ama yürü. Sonra kolay parkurları seçerek doğa yürüyüşlerine başlayabilirsin. Zamanla bir bakacaksın ki sana engel teşkil ettiğini düşündüğün göbeğin seni terk ediyor.:)

Beni çok etkileyen bir örnekten daha bahsetmek istiyorum. Dan Nevins (37) iki bacağını da Irak’ta kaybetmiş. Neil Duncan’ın (26) bacaklarını ise 2005’te Afganistan’da patlayan bir bomba yok etmiş. 62 yaşına gelen Kirk Bauer ise tek bacağını Vietnam da bırakmış. Onlar hem birer savaş gazisi hem de “engelli”. Afrika’nın en yüksek tepesi Tanzanya’nın Klimanjaro dağının zirvesine tırmanmaya karar verdiklerinde amaçları diğerlerine “engelli olmanın hareketsiz kalmak anlamına gelmediğini” göstermekmiş. Ben öncelikli amaçlarının bunu kendilerine göstermek ve kendi limitlerini keşfetmek olduğunu düşünüyorum.! Başardılar da Klimanjaro’ya tırmandılar. Ve daha da önemlisi gerçek ve aşılması en zor engellerin sadece düşüncede var olduğunu da gösterdiler. Bunların yanında benim Klimanjaro tırmanışım ne ki..:) 

Sanıyorum bundan sonraki hedef Everest veya K2. Bilgilendirirsen sevinirim. Bu arada bu K'nın ilkinden söz eden yok. O nerede ve bize göre de bir K var mı? K27 örneğin Çamlıca tepesinin bilimsel adı olmuş olsun. Koy oraya bir kaya önüne bir levha. Yanında da kiralık dağcı elbisesi ve bir Türk Bayrağı ve de bir seyyar fotoğrafçı. Everest'e, K2 'ye çıkamayanlar da bir yere çıkmış olsun. 

Bundan sonraki hedef 7 zirvelerden biri(7 Kıtanın en yüksek noktaları) ama hangisi henüz karar veremedik. Everest zirve denemeyi çok isterim ama evvela 17. soruda yazdığım yapılması gerekenleri benim yapmaya başlamam gerek.:) K2’nin hikayesi ise şöyle; K2 ismini almasının sebebi, Hindistan'daki İngiliz sömürge yönetimi tarafından yürütülen Büyük Trigonometrik Ölçüm sırasında Karakurum Dağları üzerinde kodlanan ikinci dağ olması. Yerel bir ismi olmadığından kod adı gerçek adı olarak kalmış. K2. Bence sevimli bir isim :) Sana göre bir K varmı sorusuna gelince, yeter ki sen iste ağabeycim dağına göre kar misali, dağına göre bi “K” buluruz sana.:) Zirve çantan, yürüyüş batonların ve Türk Bayrağı da benden.:) Ayrıca Fotoğraf hizmeti de veririm. Üzgünüm ki Ayakkabı ve kıyafetleri kendin bulmak zorundasın çünkü benimkiler sana uymaz:) E ben daha napimmm..? :) 

Soyadının çalışkan olmasının bu aktivitelere etkisi var mı? Kaderin doğarken çizilmiş diyebilir miyiz?

Olabilir, isim ve soyadların insanın kişiliğinde etki yarattığı söylenmekte. 19 yıl başka bir soyadı taşıdım demek ilk soyadımın etkisi kuvvetliymiş ki ben yine böyle bir bendim.:) , yinede eski soyadıma döndüğümde çok sevinmiştim ve bir daha değiştirmeme kararı aldım.:)

Çadırın pek tertipli düzenli görülüyor. Bu kadın olmaktan mı, dağcı disiplininden mi kaynaklanıyor?

Çadırın düzgün ve tüm gerekli malzemelerini kolayca bulabileceğin şekilde elinin altında olması gerekiyor bu önemli ve evet bir dağcılık disiplini. Acil durumda hemen harekete geçebilecek durumda olmalısın. Dağda zamanı iyi kullanabilmek gerek.

Vogue dergisinin Ekim - 2010 dergisine kapak olmuşsun. Bu nedenle Uğur Dündar'ın haberine canlı bağlanmışsın. Eh üzerine de bu röportaj iyi gelmiş. Bir arkadaşta da gördüm yine bu Vogue Dergisine kapak olmuş. Şimdi, bütün kadınlarda var mıdır bu kapak olmak hevesi? Bu röportaj işini bırakıp kapak işine mi girsem? Günümüz film ve dizilerinde gazoza ilaç atmak veya şarkıcı yapmak modası kalmadı. Kapak yapacağım diye kandırılabilir mi genç kızlar? 

Vogue dergisine kapak olayı arkadaşımın bana hazırladığı bir şakaydı ama bu şaka sayesinde öğrendim ki kapak olmak pek keyifliymiş. Çok hoşuma gitti. Bence kadın erkek herkesin de hoşuna gider bu. Röportaj vermenin de pek keyifli olduğunu senin sayende öğrendim.:) Bence röportaj işini bırakma kapak işini de yanına ekle. Bir röportaja bir kapak. İkisi bir arada 10 numara..:)

Gökçeada Cadısı 
Gökçeada Canavarı
Normalde bir kadına cadı desen ya da ima bile etsen çıngar çıkar. Sen ise süpürgeyle fotoğraf çekilmişsin. Nedir bu "her şeyi aştım" iması mı? Başka yönlerin de var mı ileride bir fotoğrafa konu olabilecek? 

Normalde bana da cadı dense çıngar çıkar.:) Her şeyi aştım imasında değilim ama aşma çabasında olduğum şeyler var. İleride en çirkin fotoğraflarım adlı bir albüm hazırlamayı düşünüyorum nedeni ise çirkin görünme korkumu yenmek.:P Cesaretimi toplar toplamaz başlayacağım çalışmalara..:) 

Ne istersen sor dediğin için, kişisel merakımı gidermek için soruyorum: nedir bu karışık bir ilişkisi var, demek. Yüncüde mi geçiyor ki dolanmış karışmış iyice:))) 

İlişki durumu;” It is complicated”, yani “karışık” tanımlamasını ilk olarak Meryl Streep, Steve Martin, Alec Baldwin’in başrollerini oynadığı filmin adı olarak duydum. Film yüncüde geçmiyordu ama ilişki durumları gerçektende biraz karışmıştı. Sonrasında toparlayıp tekrar düzgün bir yumak yaptılar ama.:) Durumu Facebook açısından değerlendirecek olduğumda, bazen bazı nedenlerden dolayı insan çıkıpta benim bir sevgilim var diye haykıramıyabiliyor ve ilişki durumunu bekar(single) olarak konumlandırabiliyor. Evli ve gizli ilişkisi varsa zaten ya ilişki durumunu boş geçiyor ya da evli olarak tutuyor. Ay ne bileyim gerçektende ”karışık” işler işte.:) 

Nete facebook'a fazla zaman ayırmadığını biliyorum ama buna rağmen yokluğun da pek hissedilmiyor. Her lafın da içindesin yani. Zamanı iyi kullanmaktan mı diğer aktivitelerden fırsat kalmamasından mı? 

Evde olduğum zamanlar facebook ve e-postam hep açık. Arada göz atıp sağa sola laf yetiştiriyorum. Kışın face performansım yaza göre daha başarılı ama.:).

Bu kadar aktivite, gezi. Senden blogunda gezi anıları beklerken sen kişisel gelişim yazılarıyla çıktın karşımıza. Günce'de gezi anılarını görebilecek miyiz ya da bir kanalda belgesel. Var mı öyle bir birikim? Yoksa ben gencim, senin gibi anı yazacak kadar yaşlanmadım mı diyorsun?(Ne de olsa 6 ay küçüksün benden) Ya da benimle mezara gider gezdiklerim, gördüklerim mi diyorsun? 

Benden 6 ay büyük ağabeycim, kış gelmek üzere ve hafta içi daha çok evde zaman geçirebileceğimden yakında gezi anılarımı yazıp paylaşmaya başlayacağım. Ha ne kadar okunur bundan şüphem var! Belki de cucca, mucca, kuanto vs gibi bir takma ad bulup kuantum sıçraması ile sevgili bulma yolları gibi konularda yazsam daha rasyonel olur! Bir kanalda belgesel hazırlayabilmeyi ya da en azından bir dergide yazabilmeyi çok isterdim ama bu konuda hiç bir girişimim olmadı. Sanırım keşfedilmeyi bekliyorum.:)

Gençtur, Van 100. Yıl Beden Eğitimi Bölümü ve Doğa gözcüleri derneği tarafından, Van 100. Yıl Üniversitesi öğrencileri ile Almanya, Amerika, Çek Cumhuriyeti, Hollanda, Kore ve İspanya'dan gelen 12 yabancı katılımcının birlikteliği ile gerçekleştirilen Bisiklet ve Öğrenme kampı projesinden görüntüler..