TARIHI BIR FIRSATI KAÇIRDIK

 
Cübbeli Ahmet Hocanın Papa ile ilgili sözlerini duyunca bir an düşündüm ve zamanı geri sardım.
Papa, Ayasofya'yı geziyor.Birden Sultan Ahmet Camisi'nden ezan sesi duyulmaya başlıyor. Zaten biraz önce gezdiği caminin manevi havasından çok etkilenmiş olan Papa kendini sorgulamaya başlıyor.
Bu arada kendisini gezdirmekte olan İstanbul Müftüsü kendisini Islama davet ediyor. Papa, yıllardır aradığı davetin bu olduğunu anlıyor ve Müftünün söylediği sözleri tekrarlayarak Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman oluyor kendisine Fahrettin ismi veriliyor.
Papa, kendisine eşlik eden ve şaşkınlıkla olanları izleyen Kardinalleri de Islama davet ediyor. Sırtındaki cübbeyi ve başındaki takkeyi de korumalara uzatıyor.
Geziyi izlemekte olan dünyanın dört bir tarafındaki Hristiyanlar da bulundukları yerdeki camilere Akın ediyorlar. Cami bulamayanlar ise internetten okudukları Kelime-i Şahadet metnini okuyup tövbe ettikten sonra isimlerini değiştirmek üzere bağlı bulundukları nüfusu idaresine doğru koşuyorlar.
İslam Dünyası da olan biteni şaşkınlıkla izliyorlar. Bu arada IŞİD Lideri de Halifelik Makamını tekrar Türkiye'ye tevdi ediyor.
Görüldüğü gibi Türkiye Papa'yı Islama davet etmeyerek büyük bir fırsatı kaçırıyor.
Insan kendini "keşke Cübbeli Ahmet Hoca İstanbul Müftüsü, olsaydı" demekten kendini alamıyor. Ve hatta ne bileyim cumhurbaşkanı...

TAŞRADA İNSANLIK VAR HALA!

Yaşanan son facialardan aklımızda kalan ve bizi şaşırtan insan davranışları ne? Sedyeyi kirletmek istemeyen madenci, toprak altında kalan madencileri kurtarmak için elleriyle toprağı kazan anne, zeytin ağacına sarılmış kadın ve bugün de birbirine sarılı halde bulunmuş üç madenci.

Otuz üç yıldır büyükşehirlerde yaşayan biri olarak ben de bu yaşananlara şaşıranlara şaşırıyorum. Zira ben taşralıyım, hala ve aklım da hayalim de orada. Bir gün kavuşmayı düşündüğüm yer.

Hala alışamadım, büyükşehirlerin birbirine selam vermeyen insanlarına, komşuya götürdüğün aşureye küçümseyerek bakanlara, kazık atmayı alışkanlık haline getirmiş esnafına, kirli havasına, kalabalık sokaklarına vs. Eminim benim gibi alışamayan çok taşralı yaşıyor şehirlerde.


Yoksa siz her bayram trafiği kilitleyenlerin, şehirlerden kaçanların memleketlerinden tarhana getirmek için mi bunca eziyete katlandığını sanıyorsunuz?  

KİTABIN SEZERYANLA DOĞUMU

Geçenlerde Yaratıcı Yazarlık Atölyesine devam ettiğimi öğrenen arkadaşım sordu:

-Senin kitap gelecek fuara yetişir değil mi?

Arkadaşım sormakta haklıydı zira o sırada televizyonda İstanbul Kitap Fuarı ile ilgili bir haber vardı.

Ertesi günü de bir fotoğraf derneğinin eski başkanı olan arkadaşım:

-Senin kitabın arka kapağında yer alacak fotoğrafını ben çekeceğim tamam mı, diye hatırlattı.

Akşamına da arada bira içerek okumaktan yazmaktan konuştuğumuz bir başka arkadaşım da, “Abi senin kitap tutar, ne de olsa ülkenin bir dönemine ışık tutacak” demesin mi?

Birden panikledim. Hayal kurmak güzel belki paylaşmak ta ancak ayarı fazla kaçınca böyle sonuçları olabiliyor demek.

Tamam, benim iki yıl önce yazmaya başladığım henüz 20 sayfası yazılabilmiş bir romanım var. Fakat romanda yer alan “kompleksli, yüzünde meymenet olmayan” bir karaktere hala uygun isim bulamadığımdan ötürü romanıma bir kelime ekleyebilmiş değilim.

Bu arada, kafamdakileri kağıda dökmek için pratik yol arayışlarım da devam ediyor. Şöyle söylediğimi yazan bir program olsa da yazıversem kafamdakileri. Araştırmalarıma göre İngilizce de varmış böyle bir program. Hatta çok ünlü bir yazar da bu yöntemle yazıyormuş romanlarını. Lakin bizde henüz TÜBİTAK’ın benzer bir program çalışması sonuçlanmamış. “Katibim” isimli söyleneni yazacak program henüz kullanıma hazır değilmiş.

Ben böyle paniklemiş bir vaziyette düşünürken aklıma bir çözüm geldi. Madem ki ben kafamdakileri kağıda dökemiyorum o halde normal doğum yapamayan kadınların bebeğinin sezeryanla alınması gibi beynimdekilerin  de ameliyatla alınıp kağıda dökülmesi mümkün olamaz mı?

Evet tıp camiası, edebiyat camiası ve etrafımdaki insanlar beynimdekileri kağıda dökebilmem için ellerinden geleni yapıyorlar. Siz de bu işe bir el atsanız, kafamdakileri kağıda dökmeme yardım etseniz olmaz mı?


DİNLEYENE DE YAZIK!

Geçenlerde tanıştığım bir emniyet görevlisi yakınıyordu:

-Abi artık kimse telefonda iş konuşmuyor, milletin “bel altını” dinlemekten bıktık!

Söylediğine göre, dinlemeler bu kadar ayyuka çıkınca, kimse artık suç unsuru oluşturabilecek konuları telefonda konuşmuyormuş. Bir parkta buluşup herkese uzak bir bankta konuşuyorlar anlaşılan.

Düşündüm de dinlemeyle görevli bir polissiniz. Akşama kadar bir teröristi, bir kaçakçıyı bir yolsuzluk yapanı yakalamak için dinleme yapıyorsunuz ancak dinlediğiniz milletin yatak odası hikayesi. Ne hissedersiniz? Yatak odası hikayesi dinlemek cazip görünse de insan porno film izlemekten bile bıkar zamanla değil mi?

Bu durum bendeki sorumluluk duygusunu derhal harekete geçirdi ve dinleniyor olabileceğim varsayımıyla telefon görüşmelerimi zenginleştirmeye karar verdim. Ki dinleyen arkadaşların canı sıkılmasın.

Artık bütün görüşmelerimi bu düşünceyle yapıyorum; hastalıktan bahseden ablama o hastalıkla ilgili bilgilerimi, alternatif tıp yöntemlerini, çocuğundan şikayet eden arkadaşıma çocuk eğitimi ile ilgili okuduğum kitaplardan pasajları ve tecrübelerimi, sevgilisinden ayrılan arkadaşıma teselli cümleleri, espriler, şiirler, özlü sözler bu da yetmezse bir fıkra vs.


Kısacası, dağarcığımda ne varsa döküyorum telefon görüşmelerimde. Sonuçta dinleyen de bizim insanımız. Onu da düşünmek lazım, değil mi? 

ISLAK KİRPİKLER

Oldum olası düşkündü eteğin içine sığmayan dolgun bacaklı kadınlara. Hele bir de başörtülü olursa… Lakin şimdiye kadar bir türlü birlikte olamamıştı hayalindeki böyle bir kadınla.
Akşama kadar kafesinin önünden geçen veya kafesine gelen böyle kadınlara iç geçirir dururdu. 

İşte yine onlardan biri; dolgun bacakları mini eteğinin içine sığmayan, ince ayak bilekli ve altında da sivri topuklu kırmızı ayakkabılı bir kadın. (Başörtülü değil, olsun)

Hayranlıkla izlediği kadının sert adımlarla kafesine yönelmesi ile birlikte kalbi küt küt atmaya başladı; körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz.

Hemen kadının oturduğu cam kenarındaki masaya doğru hamle yapan garsonunu durdurdu:

-Sen boşları topla, ben bakarım.

Heyecan ve umutla kadının oturduğu masaya yöneldi ve gözlerini oturulunca biraz daha sıyrılmış eteğin altındaki dolgun bacaklardan ayırmadan sordu:

-Ne arzu edersiniz?

Bir zampara arkadaşından öğrenmişti içinde her şeyi barındıran bu sözü.

-Hepiniz aynısınız, dedi kadın hepiniz aynısınız!

Yakalanmış olmanın şaşkınlığı ile başını yukarı kaldırdığında gördü kadının ıslak kirpiklerini. Zor bastırılan ağlama duygusunun zapt edemediği gözyaşlarının ıslattığı kirpikleri.


“Ben çay kahve arzu eder misiniz demek istemiştim” diyecek gücü bulamadı kendinde. Büyük bir üzüntü ve mahcubiyetle başını tekrar öne eğdiğinde gördüğü artık kadının sıyrılmış mini eteğinin altındaki dolgun bacakları, ince ayak bilekleri ve sivri topuklu ayakkabıları değil ıslak kirpiklerini barındıran acı dolu yüzüydü.