-Ertan, hadi eve, yimek yicez!
-Ne yime va?
-Fasille!
-Ben yimecem, daha a’şam yidik
fasilleyi!
-Gel çabuk, yicen dayağı so’na!
Mahallemizde her akşam tekrarlanan ve çok ayıplanan bir sokaktan çocuk
çağırma sahnesiydi bu. Zira, evde yenen yemeği uluorta söylemek çok ayıptı.
Kaldı ki iki kişi arasındaki bir sohbette bile söylenmezdi ne yendiği-içildiği.
Zorunlu hallerde ise “söylemesi ayıp” diye başlanırdı cümleye.
Yani, “bunu
konuşmanın ayıp olduğunu biliyorum ancak söylemek zorundayım “ anlamında.
Söylemenin ayıp olması, duyanın o yemeği yememiş olması, canının
çekebileceği olasılığından kaynaklanıyordu sanırım. Hatta pişirdiği yemeğin
kokusu gitmiştir endişesiyle komşuya bir tabak götürme adeti de vardı:
-Komşum koktu, canın çekmiştir!
Fakat nedense cümleye “söylemesi ayıp” diye başlayanlar ve komşusuna
bir tabak götürenler genelde “fasille” pişirenler olduğu halde pirzola pişirenlerde
böyle bir kaygı ve endişe yoktu.
Aradan yıllar geçti. Zihnimize yerleşen “söylemesi ayıp” kelimesi hala
dilimizden dökülüyor ve hala yenen yemekten bahsetmek ayıp inancımıza göre. Bu inançla
yaşarken yeni bir nesil de arkamızdan geldi. Fakat öyle bir geldi ki, gelenin
bizim nesil olduğunu anlatmaya bin şahit lazım. Zira ne yediği bizim yediğimiz,
ne dediği bizim dediğimiz ne de dinlediği bizim dinlediğimiz. Hayır, bu basit
bir nesil farkı çatışması değil düpedüz birilerinin bizden bambaşka bir yeni
nesil yaratma çabası.
Daha önce söylemiştim; yirmibirinci yüzyıl, yemeyen çocuklarla onlara
yedirmeye çalışan annelerin savaşına sahne oluyor, diye. Hayır, yemeyen bir
nesil yok karşımızda, bizim yediğimizi yemeyen bir nesil var. Zeytinyağlı sebze
yerine pilav, patates kızartması, pizza ve hamburger yiyen, ayran yerine kola
içen, şarkı-türkü dinlemeyen bir nesil.
Bir gün oğlumla çizgi film izlerken ancak farkına varabildim çocuğun
istediği o tuhaf şeyleri nereden öğrendiğini. Meğer biz “çocuk ne güzel
televizyon seyrediyor uslu uslu, biz de işimize bakalım” derken birileri
çocuğumuza kendi kültürünü-ürünlerini empoze ediyormuş. Anladım ki; her reklam,
her gazete ve her televizyon, farkında olmadan bizi bize ait olmayana
yönlendirirken bize ait olandan uzaklaştırıyor. Bunu yaparken de bizi
yönlendirdiği şeyleri modern ve gelişmiş, bizi uzaklaştırdığı şeyleri ise ilkellikgerilik
olarak tanımlıyor.
Fark ettim ki, biz güzelim yemeklerimizi “söylemesi ayıp” diye
saklarken onlar bütün arsızlığı ile gözümüze sokuyorlar. Gerçekten de çocuklarımız
için bizim yemeklerimiz ayıp onların reklamını yaptıkları yemekler mübah haline
geldi.
Ben de bunun üzerine evde savaş başlattım. Marketten çikolata, gofret
vs. isteyen oğluma dünyanın en güzeli memleket incirini, üzümünü almaya
başladım. Hamburgere karşı çöp-şiş, kolaya karşı ayran vs. Çocuğun maruz
kaldığı reklama karşı ona kendi yemeklerimizi ürünlerimizi tanıtma çabasına
girdim. Sonra baktım ki her ana-babada her evde aynı çaba var, bu sefer bize
ait bütün güzelliklerimizin fotoğraflarını çekerek sosyal medyada paylaşmaya başladım.
Kendimize olan güvenimizi artırmaya, güzelliklerimizin farkına varılmasını
sağlamaya çalıştım. Bir nevi gözleme-ayranın kola-hamburgere karşı savaşına
destek olmaya çalıştım.
Ey okur, bu yazı yaptıklarımı savunma yazısı değildir. Ayıp bir şey yaparken
yakalanmış birinin karşı saldırısı hiç değildir. Sadece ve sadece bize ait
olanın kaybolmasına gönlü razı olmayanlara bizim güzelliklerimizi ortaya
koymanın ayıp olmadığını anlatmaktır. O nedenle, benim gibi düşünenler, benim
kaygılarımı taşıyanlar, benim paylaştığım ne varsa paylaşabilirler. Bunu
yaparken de kaynak göstermek, adımı zikretmek de gereksizdir.
Güzelliklerimizin kaybolmadığı, onların farkına vardığımız, daha sağlıklı
nesiller yetiştirdiğimiz yarınlar için verdiğimiz savaşta gazamız mübarek
olsun!